"Enter"a basıp içeriğe geçin

Sarı Zarf

Ağır Ceza Mahkemesi zabıt katiplerinden Muhittin Bey, cinnet ve cinayet dolu bir günü daha ardında bırakabilmenin haklı gururu ile kendini sokağa attı. Gözleri kendisini evine götürecek personel servisini ararken, ‘Bu nasıl bir soğuktur ya!’ diye içinden geçirdi. Burnundan nefes alsa aklı, ağzından nefes alsa fikri donuyordu sanki. Buz tutan yollar, neredeyse kaldırım seviyesine kadar yükselmişti. Evi hemen şuracıkta olmasına rağmen, soğuk ve kar yüzünden yürümeyi göze alamıyordu. Servis amirine aracının akıbetini sorduğunda yüzü buruştu, servis yine kaza yapmıştı ve en azından yarım saat bekleyeceklerdi. Elleri cebinde, ısınma maksadı ile yapılan garip hoplama figürleri ile dolu, beş dakikadan az bir kar-zarar hesabından sonra, ‘ya bismillah’ deyip yola koyuldu. Kısa boyu, kendisine ait olmadığı izlenimini veren kocaman göbeği ve ayakkabılarına kadar inen siyah kaşe paltosuyla, buz tutmuş kaldırımlarda hayli komik yürüyordu.

Yaklaşık üç yıldır Erzurum’da memurdu. Kaderin cilvesi olsa gerek, şu kadar yıllık memuriyet hayatında bir türlü kışı naif, yazı hafif bir memlekete tayin denk getirememişti. İlk ataması İstanbul’a yapılmış, geçinemeyip tayin isteyince Artvin’e gönderilmişti. Bu sefer ‘memleketime uzağım’ diye sızlanmış, Bakanlık da ona Antalya yolunu göstermişti. Akabinde türlü türlü gailelerden sebep, sırasıyla Kayseri’nin, Kütahya’nın ve en sonunda Erzurum’un ekmeğini yeme şerefine nail olmuştu. Her gittiği yerde ‘Bu son durak’ diyor fakat her seferinde bir sebep, kendisini tayine zorluyordu.

Havuzbaşı’na yaklaşırken ‘Vallahi bu sefer son, gömseler tayin istemem’ diye söylendi. Konuşurken, burnu dahil, suratını sımsıkı kapattığı kahverengi ekose atkısından buharlar yükseliyordu. Yürümek zorunda kaldığı her iş çıkışında, derin bir nefis muhasebesine dalıyor, ev kapısının sürgüsüne dokunduğunda ancak kendine gelebiliyordu. Bu iç hesap seanslarında, bazen görenlerin deli sanacağı kadar yüksek sesle kendine kızdığı oluyordu. Üç çocuğu, hanımı ve kaynanası ile yükü sırtından inmemiş, neredeyse koca bir memuriyeti seferi geçirmişti. ‘İyi de benim suçum ne kardeşim? İstanbul’da para yetmez, Artvin iyi hoş ama memleketin fizanı, Kütahya’da hakim kafayı taktı, Antalya’da kaynananın astımı.’ El hareketleri ile desteklediği bu klasik yakınmaları sırasında bir an durakladı, Kayseri’den neden tayin edildiğini hatırlayamadı. ‘Neden olacak, senin ne işin var kardeşim ticaretle micaretle?’ diye yüksek sesle kızdı kendine. Kayseri’de işgüzarlık etmiş, adliye personeline memleketinden incir, zeytin satmaya çalışmıştı. Bir iki tahsilat kavgasından sonra soruşturma yemiş ve iki senelik maceranın akabinde hasımlarından bir odacı, tayin emrini muhtevi sarı zarfı masasının üstüne koyuvermişti.

Evinin kapısına geldiğinde çok da galiz olmayan bir küfür savurdu. Üç sokak üstteki fırından ekmek almayı unutmuştu. Yayvan bir ağızla ve boyun kırmalarla hanımının taklidini yaparak, ‘Neymiş, bakkalın ekmeği gevremiyormuş! Ulan bana varmazdan evvel tahta kaşık kemiriyordun sabahları. Tövbe yarabbim!’ diye söylene söylene yolunu çevirdi. Hanımının kendisini duymadığından emin olmak için göz ucuyla da evin camına bakındı. On üç yıllık evli olmasına rağmen, hala görücüde kendisine gösterilen kızın başka biri olduğunu düşünüyordu. Pek fazla gideri olmadığını kendisi de kabul ediyordu fakat, yaradanın gücüne gitmesin, sabahları uyandığında hanımının yüzünü görmemek için solundan kalkmaya azami ihtimam gösteriyordu. Buz tutmuş sokaklardan kayına kayına ilerlerken ‘Bitirdin kendini Muhittin. Ne güzel sesin vardı. Mehmet Efe’nin gazinosunda üç kere salonu ısıtmış, bir kamyon yükü alkış almıştın. Senin ben… Hey Allahım ya!’ diye kendine kızıyordu. Fırından aldığı sıcacık ekmekleri göğsüne dayayıp ciğerlerini ısıtmaya çalıştı. Bir iki sert düşüşten sonra evine vardı. Yüzüne bakmadan kapıyı açan hanımına selam verdi ve doğruca yatak odasına geçti. Bu kez biraz daha temkinli ‘Çok değil, şöyle otuz bin param olsa, vallahi basarım istifayı göçerim memlekete. Bir yılda da doğrulturum belimi. Gece söylerim, gündüz uyurum. Hem hanımı da kaynanayı da az görürüm’ diye geçirdi içinden. Bazen hanımının bakışlarından, aklından geçirdiklerini anladığını seziyor, ufaktan tırsıyordu. Zira hanımın eli de pek ağırdı.

Yemek için sofraya oturduğunda dört yaşındaki oğlu hemen kucağına tünedi. Biraz itişme biraz kızışmalarla yemeğini yiyip çekyata uzanıverdi. Spor kanalları arasında hızlı hızlı gezinip birinde karar kıldı. Akşam eve gelişinden sabah kapıyı dışardan çekişine kadar, ev ahalisine kurduğu cümle sayısı bir elinin parmaklarını ya geçer ya geçmezdi. Çayı önüne gelip diğer ahali koltuklara kurulunca günlük olağan soru cevaplara geçilirdi, ‘İş nasıl geçti, eve gelen oldu mu, memleketten telefon geldi, ananın astımı azdı mı yine’. Bu akşam, hem yürüyerek eve gelmekten hem de çok kere buzlu kaldırımlarla öpüşmekten olsa gerek, içinde çiğ bir asabiyet vardı. Her şeye kızmak, sudan bir sebep denk getirip bütün ev ahalisine çıkışmak istiyordu. Lakin kaynana ketum, hanım biraz tekinsiz, çocuklar… Çocuklara kızmaya pek de gönlü varmıyordu. Ama özellikle bu akşam birilerine çatmazsa sabaha kadar uyuyamayacaktı. İkinci bardak çayın yarısında, yan odadan gelen çocuk kahkahaları dikkatini celp etti. Komşunun çocukları oğluyla oynamaya gelmişler, bu saat olmasına rağmen evlerine gitmemişlerdi. İşin garibi ana babaları da ne aramış ne de sormuştu. ‘Niye arasınlar, enayiler mi? Sen çocukları bize yama, biz beleşten canavarlarına haminnelik yapalım. Bizim kafamız patlarken sen hanımınla fındık kır. Ne güzel memleket yahu!’ diye mırıldandı. Orta yaşından yaşlılığına naklolmasına ramak kalmış koskoca zabıt katibi Muhittin, bir de çocukları kendilerine yamayan komşularının aşk-u meşk ettiklerini tahayyül ederek, şu sabi sıbyanlara iyinden iyiye bilenmişti. ‘Bu akşam nasip sizeymiş.’ deyip elindeki çay bardağını zor bela masanın üzerine iliştirerek, hışımla yan odaya seğirtti. En büyüğü yedi yaşında, dört küçük velet önce fısıltılarla bir şeyler söylüyor, sonrada rüzgar devirmiş boş şişe gibi yuvarlana yuvarlana gülüyordu. ‘Ne bağırıyorsunuz lan! Sizi mi çekecek bu saatten sonra kafam?’ diye yüksek sesle çocuklara çıkıştı. Çocukcağızlar bu beklenmedik bağırtıyla yerlerinden hopladılar. Yüzlerindeki neşe, belki de saniyenin bilmem kaçta birinden az vakitte, korku ve şaşkınlığa dönüşüvermişti. Önce misafir çocuğun kulağına eğilip gayet kabaca, ‘Ne deyip de gülüyorsun insan azmanı?’ diye sordu. Çocuk korktuğundan tek kelime edemedi. Diğer çocuklarda bu beklenmedik celallenmenin tesiriyle sinmişler, ilk önce ağlayacak olana eşlik etmek için birbirlerine bakınıyorlardı. Sesini duyan hanımı içerden gelip Muhittin’e çıkıştı, ‘Sen delirdin mi herif, el kadar çocuklara ne diye bağırıyorsun?’ En çok çekindiği cenahtan gelen bu müdahaleye kayıtsız kaldığı söylenemezdi fakat bir anlık bu çıkışından çark edip, el kadarcık şu dört velede karşı da tornistan yapmak istemiyordu. Zorlama bir sinirle, ‘Öyle dünyayı yıkar gibi neye gülüyorlarmış, demezlerse kulaklarını çekerim.’ diye karşılık verdi. Hanımında sinir yavaş yavaş yükseliyor, yüzüne kan yürümesinden tansiyonunun çıktığı seziliyordu. Kadın oğluna dönüp ‘Desenize oğlum, neye gülüyorsunuz? Deyinde sessiz olun, gitsin zıbarsın yerine zıbarasıca.’ dedi. Çocuk titreyerek sarkan dudaklarla babasına dönüp mırıldandı, ‘eşek kafası’. Muhittin Bey, o kadar kahkahanın sebebinin bu saçma iki kelime olmasına bu sefer gerçekten hiddetlenerek, ‘Yalan söyleme babası devrilesice, yarım saattir yıktınız evi yorgun başıma. Doğruyu söyle geliyor bak.’ diyerek kocaman açtığı sağ elini gösterdi. Komşunun büyük oğlu, ‘Valla Muhittin Amca, bugün okulda dedilerdi eşek kafası diye, çok güldüydük, onu dedim ben de.’ diyerek arkadaşını teyit etti. Hiç sesi çıkmayan diğer çocuklar da kafasını sallayıp arkadaşlarını onayladılar. Bir an duraklayıp komşunun büyük oğluna ‘Al kardeşlerini, haydin evinize, naş! Bir daha da akşamın bu saatinde gelmeyin buraya.’ dedi. Çocuk emri sektirmeden, kardeşlerinin elinden tuttuğu gibi dışarı kaçtı. Koskoca adamın küçücük çocuklara çıkışmasına hatırı sayılır derecede hiddetlenen hanımını, Muhittin Bey’e o akşam uyuyana kadar lafı verdi veriştirdi. Kadın nefes almadan konuşurken adam içinden, ‘Şu çocuklarda nasıl bir kafa var ya, eşşek kafası, tövbe tövbe…’ diye geçirdi. Uykuya dalana kadar birkaç defa aynı cümleyi tekrarladı durdu. Söylerken de hayvanın isminin ortasını şeddeliyor, hafif hafif de tebessüm ediyordu.

Sabah işe gitmeye hazırlanırken hanımı hala dırdırlanıyordu, ‘Ayıp oldu Melahat hanımlara, el kadar çocuğa niye bağırırsın musibet. Şimdi ben nasıl bakacağım analarının yüzüne.’ Adam, âdeti olduğu üzere söylenenlere mukabelede bulunmadı. Evliliğin ilk yıllarında birkaç defa karşı söylemeye yeltenmiş, daha ağzının suyu kurumadan tencere, tava, hatta ekmek bıçağı dahil farklı ev aletlerini kafasına yemişti. Sadece ‘Yok be hanım sende, çocuk bunlar ne olacak, çoktan unutmuşlardır.’ diyebildi. Kadın, Muhittin Bey cümlesini tamamlayamadan, daha da yükselerek ‘Ya sen bırak analarını filan, el kadar sabileri ağlattın akşam akşam, melekler lanet etmiştir sana sabaha kadar, sadaka ver de başımıza bir şey gelmesin.’ diye ekledi. Bu sabah kahvaltı isteyecek cesareti olmadığından, dünden kalan iki dilim ekmeğin arasına tahin helvası koyup çantasına sıkıştırdı. Kapıdan çıkarken hanımı hala ardından söyleniyordu. İlk kelimenin ortasını şeddeleyerek yine ‘Eşşek kafası.’ diye mırıldandı. Yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. ‘Hey Allah’ım ya, şu çocukların işi.’ diye geçirdi içinden. Katipliğe varana kadar birkaç defa aynı kelimeleri tekrarladı, laflar artık iyiden iyiye diline dolanmıştı. Yalnız garip olan, her defasında hayvan isminin telaffuzundaki şeddeyi bir elif miktarı daha fazla tutuyor, kahkahayı basmasına ramak kalıyordu. Durup durup ‘Ulan şu veletlerin işi.’ diye söyleniyordu. İçinde, gereksiz yere çocukların kalplerini kırdığından hafif bir burukluk da yok değildi. ‘Aman be.’ dedi kısık sesle, ‘Akşama iki çikolata, bir dondurma ile alırım gönüllerini.’ diye de ekledi.
Salonda yerini alarak muhakemeyi beklemeye başladı. Duruşmadan evvel mübaşirden duyduğuna göre bu gün ki dava pek ehemmiyetliydi. Ajanslar bu defa davaya her zamankinden fazla ilgi göstermiş, normal duruşmalarda nöbetçi bir tek gazeteci bulunurken, muhabirler bu defa arka sıraları tribüne çevirmişti. Salondaki uğultu, kapı yönüne bakınmalar ve kımıldamalarla yavaş yavaş söndü. Mahkeme reisi olanca heybetiyle kürsüsüne oturup tarafları çağırdı ve duruşma başladı. Muhittin Bey, bir yandan gayet hararetli ve hareketli münazaraları eksiksiz zapta geçirmeye çalışıyor, bir yandan da zihnini şu iki kelimelik illetten kurtarmaya çalışıyordu. Hiç âdeti olmamasına rağmen bugün bir iki defa lafı kaçırmış, zaptı düzeltene kadar anası ağlamıştı. ‘Bir terslik var ya bugün bende, hayırlısı.’ dedi içinden. Mahkeme reisi karardan hemen önce dava dosyası üzerinde uzun uzun tetkike daldı. Muhittin Bey, salonun can sıkıntısı sessizliği içinde sağa sola bakınırken, bir iki saniye nerede olduğunu unutuverdi ve gayri ihtiyarı şeddeli şeddeli ‘eşşek kafası’ deyiverdi. Daha o an, iki damla ter, saç dibinden ensesine, sırtına ve hatta kuyruk sokumuna kadar firar edercesine öyle bir hücum etti ki! Elinde olsa kendisi de önce daktiloya, masanın üzerine ve oradan da rabıtalı eski ahşap döşemelerin arasına su olup akıverecekti. Zira bu kadar kudretli ve cezbeli bir güruhun karşısında, hem de herkesin kararı beklerken ki uhrevi sessizliği esnasında bu kelimeyi kullanmak, intiharla eşdeğerdi. Zevatın bir anlık şaşkınlığı ve küçük birkaç kıkırdamasından sonra, mahkeme reisinin sükûnetinin de etkisiyle duruşma kaldığı yerden devam etti. Karar açıklanıp millet dağıldıktan sonra, yaşı başına düşmüş, sık saçları şakaklarından ağarmaya başlamış Muhittin Bey, bin bir tazim ve nedametle mahkeme reisi ve savcıdan defalarca özürler diledi.

Muhittin Bey o akşam, biraz da hanımının zorlamasıyla, komşu adam ve eşinden birkaç defa özür diledi. Çocukları da ıvır zıvırla sevindirdi. Lakin aklının bir köşesinde, hafif bağırsak sancısına benzer bir ağrı dolanıp duruyordu. ‘Bir şey de demediler, kızmadılar da, hey Allah’ım yahu, bir tokat atsa mahkeme reisi karnım hak diyecek ama…’ diye aklından geçiriyordu. Az bir zaman sonra, mahkeme reisinin mütalaası üzerine hakkında disiplin tahkikatı başlatıldığını öğrendi. Tahkikatın neticesi alınana kadar ne gecesi gece oldu, ne de gündüzü gündüz. ‘Vay benim kafama, vay benim kafama’ yakınmalarıyla tamamından bir ay geçirdi. Olanları çocukların ahından bilip, her akşam ceplerini çikolata, sakız ve benzeri öteberilerle doldurup döner oldu. Biraz muhakkikin insafı biraz da hayır hasenatından olsa gerek, uyarma cezasıyla da paçayı yırttı.

Küçük sayılabilecek bu musibetin ardından Muhittin Bey’in ahvalinde gözle görülür değişmeler olmuştu. Daha az konuşuyor, daha çok düşünüyor ve mümkün olduğunca fevri çıkışlar yapmıyordu. Televizyon izlerken arada çayı elinde dalıyor, ‘Ucuz yırttık, vallahi ucuz yırttık. Ya bir de sürselerdi yine!’ diyerek kendini teselli ediyordu. Yaklaşık üç hafta sonra, zihni tam küllenmeye durmuşken, adliye odacısı yine elinde sarı bir zarfla Muhittin Bey’in odasına girdi, tek kelime etmeden masanın üzerine bırakıp çıktı. Yük katarını tam da son istasyona çekmişken ve yol almaktan ecel kadar korkanken makamına tevdi edilen bu sarı zarf, Muhittin Bey’in betini benzini attırmıştı. Titreyen ellerle zarfı aldı. Birkaç evirip çevirmeden sonra içini açtı. ‘Kırklareli’mi?’ diye hastalıklı gibi inledi. “Aydın, Kırklareli… Haydi bakalım Muhittin Efendi, yine ateşsiz tutuşturdular çıranı şu mübarek kış günü.” diye de ekledi.

Sonraki hafta, evini kamyona yükleyip gönderdikten sonra, adliyeye uğrayıp mesai arkadaşları ile helalleşti. Haksızlığa uğradığı hususundaki kanaati kat’i bir şekilde adliye binasından ayrılırken, yine âdeti olduğu üzere, yüksek sesle ve o mazlum hayvanın ismini şeddeleye şeddeleye söyleniyordu, “Ah ulan ah, bir otuz binim olsa çekmem şu çileyi. Ne vardı şantörlüğü bırakacak. Şu bendeki kafa var ya, eşşek kafası, hemi de eşşoğlu eşşek kafası…”

Latest posts by Mustafa Selman Çaltepe (see all)

Bu yazı yorumlara kapalı.