"Enter"a basıp içeriğe geçin

18:06

17:56
Mahallenin emektar çöpçüsü Rüstem yorulmuş olacak ki bir müddet dinlenmek gayesiyle parkın uzak köşesindeki çam ağacının dibine bağdaş kurup öylece oturdu. Üzerine zimmetli küçük çöp arabası, faraşı ve süpürgesi hemen yanı başındaydı. Bütün sokakları ve parkları dolaşmış, temizlenmedik yer bırakmamıştı. İşini titizlikle yapar, mahalleli tarafından çok sevilirdi emektar çöpçü Rüstem. Bu işe ömrünü vermişti. O, mahallenin Rüstem Çavuş’uydu.

17:58
Masmavi, açık ve güneşli bir gökyüzünün altında tertemiz havayı içine çeken insanlar her hâliyle cömert tabiatın bütün nimetinden teklifsizce istifade ediyorlardı. İkindi üzeriydi ve gölgeler epeyce uzamış, gün yüzünü akşama dönmüştü. Etrafta insanların neşeli gülüşleri duyuluyordu. Hoş bir aydınlık, tatlı bir sıcaklıktı ruhlara ve bedenlere sirayet eden…
Mesaisini tamamlayan memurlar, fabrikalardan ayrılan işçiler, camiden çıkan cemaat, kurslarından dönen öğrenciler hep yollardaydı. Genç yaşlı, zengin fakir aynı istikamet üzereydiler. Tek arzuları evlerine ulaşmaktı.
Ağaç dallarında kuşlar ötüşüyor, gökyüzünde kırlangıçlar özgürce uçuyordu. Çöp konteynerlerinin etrafında kediler, sokak başlarında köpekler dolaşıyordu. Çocuklar parklarda, bahçelerde neşe içinde oynuyorlardı. Onların sevinçli sesleri kuş seslerine karışıyordu. Cıvıl cıvıl… Bahçelerdeki ağaçlarda tek tük meyveler kalmıştı. Hayat olağan akışı içinde devam ediyordu yani ki. Ağaçlarda hafif bir dalgalanma oldu önce, ardından birkaç yaprak yere düştü.

18:03
Rüstem Çavuş oturduğu yerden kalktı, malzemelerini aldı, parktan çıkıp yavaş yavaş evinin yolunu tuttu. Gökyüzündeki hızlı değişimi sezmişti bu arada. “Her halde yağmur yağacak!” diye söylendi. “Bereket olsun!” diye de ekledi yürürken.

18:06
Akıllara hiç gelmeyen, hesapta hiç olmayan bir şeyler olmaya başladı. Esrarengiz bir karanlık kapladı gökyüzünden başlayarak her tarafı. Gözlerdeki çaresiz bakışlardan bedenlere yansıyan ürpertici soğukluk hemen fark ediliyordu. Herkes ne olduğunu anlama gayreti içindeydi. Gökyüzünde dostane bir edayla dolaşan gri bulutlar birdenbire kararmıştı. Ve olan olmuştu işte. Yağmur ve ardından gelen iri iri dolu taneleri acımasızca iniyordu önüne gelen her yere. Sanki gök yarılmıştı da yukarıda ne varsa aşağıya dökülüyordu. Gökyüzünde çakan şimşekleri yeryüzüne yönelen yıldırımlar takip etti. Hafiften esen rüzgârın ardından korkunç bir fırtına varlığını hissettirmeye başladı.
Saatler 18:06’yı gösterdiği sıralarda olana bitene kelimeler kifayetsiz, gözler fersiz, dizler mecalsiz, imkânlar çaresiz kalmıştı. Oysa değişik vesilelerle hatırlatılmıştı olabilecek her şey Yaratıcı tarafından asırlar öncesinden. Okunsun, ibret alınsın diye…
“Gök yarıldığı zaman,
Yıldızlar saçıldığı zaman,
Denizler kaynayıp fışkırtıldığı zaman,
Kabirlerin içindekiler dışarı çıkarıldığı zaman,
Herkes yaptığı ve yapmadığı şeyleri bilecek.
Ey insan! Seni yaratan, şekillendirip ölçülü yapan, dilediği bir biçimde seni oluşturan cömert Rabbine karşı seni ne aldattı?”
(İnfitar, 1-8)
Rüstem Çavuş çok az yürümüştü ki kendisini güçlükle bir kahvehaneye atabildi. Kendinden başka pek çok kişi de oraya toplanmıştı. Tıka basa doluydu içerisi. Herkes cam kenarında olanları seyre dalmıştı. Kahvehane yüksekçe bir yerde ve önü de meydan olduğu için oldukça geniş bir alanı görebiliyorlardı. Ne kadar gizlemeye çalışsalar da içerdekilerin tedirginlikleri her hallerinden belliydi. Rüstem Çavuş gayet sakin görünüyordu.

18:10
Korku dolu bağrışmalar, çığlıklar geliyordu sağır kulaklara bile. Savrulan tenteler, çatılar, çöp konteynerleri âdeta facianın habercisi gibiydi. Yağmurdan kaçarken doluya yakalananlar vardı küçük hesaplar yaparken. Sudan uzaklaşmak isterken sele kapılanlar az değildi. Sokaklardaki enkaz yığınları mal ve mülkün bir hiç olduğunun ispatıydı sanki. Önce candı zira mühim olan, ama keza onun da bir saniye sonrası bile belli değildi.

18:16
Devrilen ağaçlar, yıkılan duvarlar, taşan dereler dakikalar ilerledikçe iyice belirginleşiyor ve mütemadiyen artıyordu. Evlerde, araçlarda mahsur kalan insanların çaresizliğine yapılabilecek hiçbir şey yoktu beklemekten başka. Sokaklarda, meydanlarda telef olan hayvanlar yürekleri sızlatıyordu. Hele hele kuşlar… Evleri, iş yerlerini basan sel suyu doyumsuz bir şekilde yeni hedeflerini yutmaya hazırlanıyordu. Çamur deryasına dönen mekânlarda umudun esamisi dahi okunmuyordu.
Yuvarlanarak paramparça olan araçlar, evlerin kırılan camları ve yıldırımlarla birlikte yükselen yangınlar daha da korkutuyordu etraftakileri. Suyun içinde yüzen otobüsler, minibüsler, taksiler görenleri hayretler içinde bırakıyordu. Su ile kara birleşmişti artık. Adeta uçsuz bucaksız bir denize dönüşmüştü gözlerin iliştiği her yer. İçine her bir canlı türünden birer çift alan taşıtlar adeta bir Cudi arıyorlardı. Nuh’un gemisi misali…

18:20
Devasa dalgalarla etrafa korku salan deniz gittikçe daha da azgınlaşıyordu. Felaket, afet, çaresizlik, imtihan, tufan hep bir ardadaydı. Sanki kıyametin küçük bir provasıydı yaşananlar. İnsanlar kendi dertlerine düşmüşlerdi ki akıllarının bir köşesinde de aileleri vardı. Bir çıkmazın içinde çırpınıyorlar, çırpındıkça daha da batıyorlardı maalesef. Hava gittikçe ürpertici bir hâl alıyor, insanların içini kaplayan kasvet iyice ümitsizliğe dönüşüyordu. Ne olacaksa olsundu. Daha kötüsü ne olabilirdi ki. Zira daha önce hiç karşılaşmadıkları korkunç vakanın içindeydiler. Varlık ve yokluk an meselesiydi.

18:22
Hayat felç olmuştu. Nefes almakta zorlanan insanlar vardı meydanlarda, bulvarlarda. Yaklaşıyordu yaklaşmakta olan… Hiç böylesine sahipsiz hissetmemişlerdi kendilerini ki birden hatırladılar her daim akıllarında olması gereken Yaratıcı’yı. Bir O’ydu dertlerine derman olan çünkü. Dünyalık hiçbir şey işe yaramıyordu zira.

“Allah korusun!”, “Allah esirgesin!”, “Aman Allah’ım!”, “Allah’ım lütfen!” “Bismillahirrahmanirrahim!”, “La İlahe İllallah!”…
Başta emektar çöpçü Rüstem Çavuş ve kahvehanedekiler olmak üzere evde, arabada, vapurda, metroda, uçakta, tramvayda ve daha pek çok yerde çaresizce ifade edilen sözler bunlardı bu dakikalarda. Yürürken, yatarken, otururken dillerde hep Allah kelamı vardı. Her söz ve her hâl ile Allah’a teslimiyetin zirvesi yaşanıyordu.
Bir anlıktı olacak olan, teklifsiz ve izinsiz. Sorgusuz ve sualsiz… Her şey yarım kalmaya mahkûmdu dünyada. Tam olmak mümkün değildi asla. Fanilik böyle bir şeydi belki de. Geçmişi kocaman bir hiç eyleyecek hakikat çok da uzakta değildi aslında.

18:26
Sadece yirmi dakika yetmişti koca bir kenti alt üst etmeye. Biraz daha devamı hayatın sonuydu belki de. Ama olmadı. Bu sefer de dualar, yakarışlar karşılığını buldu. Erişildi düze. Bulutların bir bir ortadan kaybolup güneşin yüzünü göstermesiyle birlikte dünya ve dahi dünyalıklar yeniden esir almaya başladı, ruhları ve bedenleri yavaş yavaş. Unutuldu yaşanan ne kadar acı ve korku varsa.

18:40
Hesaplarınca kendilerini sağlam kalelerine atan insanlar mal mülk, makam mevki, zevk sefa adına “Nerede kalmıştık?” demeye başladılar değişik yerlerden. Rüstem Çavuş da şahit olmuştu bu söylenenlerin bir kısmına kahvehanede. Hayret dolu gözlerle etrafına bakındı ve mahalledeki zararı ziyanı kolaçan etmek düşüncesiyle oradan hızla ayrıldı.

Rüstem Çavuş yaşananlardan hiç ibret alınmamasına çok üzülmüştü. Ama hakikat böyleydi. İnsanların çok çabuk unutan olduğuna bir kez daha kanaat getirdi bu vesileyle. Her zaman yaptığı gibi kimseye karışmadı yine. Biraz ilerleyip etrafına bakındıkça olayın vahametini daha da iyi gördü kaygılı gözlerle. Belli ki tehlike ucuz atlatılmıştı. Mağdur olanlara yardım etmek gayesiyle olacak sokağın birinden içeri girip gözden kayboldu.
Gaflet denizinde bir süre çırpınan insanlar nihayet rahata erince sağlam kalelerinden çıkıp şeytanın atına bindiler. Kaldıkları yerden pervasızca yola devam ettiler.

Latest posts by İbrahim Kaya (see all)

Bu yazı yorumlara kapalı.