"Enter"a basıp içeriğe geçin

Fotoğraflarda Yaşamak

– Şunu at.
– Neden? Manzarası pek hoş. Üstelik çok da afili duruyorsun baba.
– Beni rahatsız ediyor o afilik.
– Şunu da.
– Ama baba…
– Sen benim dediğime bak.
Elimde babamın fotoğraf albümü. Birlikte bakıyoruz. Bakmıyoruz. Eliyoruz. Elediklerimiz sobada yakılacak.
Ayırdıklarımız bir elin parmakları kadar.
Ayırdığımız ilk fotoğraf babamın bebekliğini gösteriyor. Beşikte ve kundakta. Gülümsüyor. Babam fotoğrafa bakınca bir açıklama ihtiyacı hissetti :
– Ben doğarken ağlamışım ama sonra hemen gülmüşüm. Ve nasıl olduysa ilk flaş o zaman patlamış ve kayda alınmış.
Babam bu fotoğrafı çok seviyor.
Benim yolumun hususiyeti bu, dedi ve ekledi: “Bidayetim, nihayetimde; nihayetim, bidayetimde mündemiçtir.”
Kendisini hep böyle hatırlamamızı istiyor.
Mutlu son.
Fotoğrafın altına eskimez yazı ile doğum tarihi yazılmış: 31 Mart 1963.
Dedem, babamın dediğine göre eskimez yazı bilmezdi. Acaba kim yazmış olabilir. Araştırsa bulacak ancak babam bulmaktan korkan bir arayışla üzerine gitmiyor. Çünkü babama göre bu bilinmezlikte bir sır var.
Ben de o sırrı arıyorum.
Bir fikir verir mi diye tarihe odaklanıyoruz birlikte.
Miladi 31 Mart 1963.
Özel bir anlamı olmalı. Mutlaka olmalı. Ansiklopediye yumuluyoruz birlikte. Komünist bir şair ölmüş o yıl. Komünist şairin ölüm yıldönümünde; önce komünist sonra Müslüman-Türk olacak bir başka şair, ilk şiirini neşretmiş. Acaba bu bir devrin sonu ve babamın doğumu ile başlayacak bir devrin müjdesi mi. Olabilir. Neden olmasın.
Siyasi olaylara bakmaya devam ediyoruz. Yeni bir hükümet kurulmuş. Başbakan, hükümete babamın adaşı birini bakan yapmış. Maarif Bakanı. Demek babamın meşguliyeti maarifle ilgili olacak. Çıkardığımız ikinci sonuç bu. Üçüncü sonuç, babam ileride maarif bakanlığında mühim bir yer işgal edecek. Bütün bunları tabii ki bu aydınlıkta ve net olarak göremiyoruz. Ancak babam görüyor.
Babam, doğduktan hemen sonra gülümseyişini bunlara bağlıyor. Mesela, ben geldim, bahar geldi, diyor.
31 Mart.
Kış bitti.
Bu demek ki annem, babam ve milletimiz için zorlu günler geride kaldı. Artık yeni bir hayat var.
Pekiyi, zamanı anladık da neden okuması yazması olmayan bir büyükbabam var benim ve neden büyükannem bir münevver, bir zengin, bir şehirli değil de bir köylü.
Her şeyin hikmetini çözmeye kalkma, dedi. Bazı şeyler vardır ki insan onun iç yüzünü bilirse altından kalkamaz, tahammül edemez. Kader diye bir şey var, değil mi.
Gene de azcık olsun aydınlatmadan edemedi.
Her doğan insan nasıl fıtrat üzre doğarsa her insan da risalet dışında pek çok işi başarma potansiyeli ile doğarmış. Yeter ki insan azmetsin. Niyeti halis olsun. Mesela babanın dedi, (benim demedi de böyle kurdu cümleyi) önemli bir yazar, bir ilim, sanat ve fikir adamı olması ile sonradan gelenlere verilen mesaj şudur: İmkansızlıklar içinde yaşayan bir kişi bu kadar işi başarabiliyorsa; imkanları çok daha geniş olan sizler daha büyük işlere imza atmalısınız.
Bir başka hikmet, okuması yazması olmasa da bir ana, baba gönenmesin mi, kıvanç duymasın mı evladının önemli iş başarmasından. Allah bir ana babayı sevindirmek, onların amel defterlerini hep açık tutmak istemiş olamaz mı. Bu da belki onlara, büyüklerinin duası sebebiyle verilmiş bir nimettir. Belki bir ermişin duasını almışlardır. Belki bir hasenatın karşılığıdır.
Baktım babam bu konuda epeyce şeyler söyleyecek. Anladım, dedim. Çok iyi anladım.
İkinci fotoğraf, sünnet fotoğrafı. Sünnet fotoğrafında babamın elinde asa, başında taç yok. Parlak, beyaz pantolonu, pullu gömleği de olmadığı gibi. O zamanlar böyle giysiler çok lüksmüş. Pahalı imiş. Babam beyaz bir önlük giyiyor. Önlüğün etekleri diz kapağına kadar uzuyor. Sünnet yapılmış olmalı. Yüzünde bir acı var. Yedi veya sekiz yaşlarında. Tam hatırlamıyor. Fotoğrafta hediyelerini de göremiyorum. Ama babam bunu da ayırdı ve böyledir, dedi. Sünnetli olmak demek gavur olmamak demek. Müslümanlığımın kanıtı. Sünnete uyduğumun resmi. Kalsın.
Onu da ayırdık.
Üçüncü resimde babam yerde ve küçük bir masanın gerisinde oturuyor. Küçük masanın üstünde bir kitap. Başında beyaz namaz takkesi.
İşte bunun için ayırıyorum fotoğrafı, dedi. Bir kere masa değil rahledir onun adı. Üstündeki de elif cüzü. Hocanın önüne diz çökmüşüm, Kur’an öğreniyorum. Kur’an öğrendiğimin resmidir o. Beni böyle hatırlayınız. Siyah-beyaz.
Dördüncü resim bundan farklı değil içerik olarak. Üzerinde siyah önlük, yakasında yakalık, elinde beslenme çantası, sırtında kitap çantası. Okulun giriş kapısında gülümsüyor. Numarası 179. Babam için bunun bir anlamı var. Ancak bu anlamın tamamlanması için babamın ortaokul-lise ve üniversite numaralarının tecelli etmesi gerek. Bu hususa daha sonra döneceğim.
Siyah-beyazlar, doğum ve sünnet gününü, ilkokula başlayışı ve bir de camide Kur’an öğrenimini gösteriyor.
Sonra ortaokul ve lise yılları geliyor.
Fotoğrafların renklendiği yıllar.
İşte şu. Deniz kenarında. Şemsiyenin altında. Kızarmış piliç gibi. Saçlar yapışmış. Denizden yeni çıkmış olmalı. Kendisi de on altı, on yedi yaşlarında.
– Çıkar ve şuraya koy.
– Ama baba…
– Olmaz işte, o kadar.
Onu da aldım, yakılacaklar listesine.
– Sonrakini de.
– Ama baba, burada manzara çok iyi. Parkta oturuyorsun. Bacak bacak üstüne atmışsın. Elinde de sigara. Hani sen sigara içmezdin. Ondan saklıyorsun değil mi.
Bu arada şaplak hafifçe iniyor enseme. Neyse. Elindeki mekruh ile hatırlanmak istemiyor. Onu da attım.
Peki şundan ne istiyor babam. Bisikletin üstünde. Bir ayağı yerde. Diğeri pedalda. Bassa yürüyecekmiş gibi. Onun hatırasını dinlemek isterdim.
Beşinci resimde babam asker. Ne zaman büyüdü, bu arada neler oldu, onları hatırlamak istemiyor.
Halbuki arada epeyce macera olmalı. Onların da fotoğrafı var
Öğrendiğinde aleyhine olacak şeyleri sorma, dedi. Benimle ne ilgisi var bunun diye içimden sordum ama ısrar etmedim.
Belki sonra anlatırım.
Ve o fotoğrafı da yakılacaklar arasına attık.
Albüm sanki günah galerisi idi babam için. Hatırlamak istemiyordu. Oysa yaşanmıştı. Zaman dondurulmuştu işte. Yayıp ettikleri kayda geçirilmişti. Şimdi biz bunları yaksak, yok saysak o hayat yaşanmamış mı olacaktı.
Babamın derdi bu değildi sanırım. Yaşadıkları, onun zihninde ilk günkü tazeliğini koruyordu. Koruyordu ki albümün sayfalarını değiştirdikçe yüzü renkten renge giriyordu. Kiminin önünde uzunca duruyor, vay be, çekiyor kiminin önünde mahcup mahcup gülümsüyordu. Ancak sonuç değişmiyordu.
– Atalım bunları.
Dikkat ettim babamın albümünde bir kız ile baş başa çekilmiş hiçbir fotoğraf yoktu. Acaba başka bir albüm var da oraya mı koydu. Biz küçükken ve hatta annemle evlenmezden önce yırtmış, yakmış olabilir mi. Acaba annem babamı kıskanıp onun haberi olmadan yırtmış atmış olabilir mi. Bu kadar yakışıklı birinin kız arkadaşının olmaması mümkün değil. Fotoğraf çektirecek bir imkanları yoktu deyip iyi niyetle geçtim bu soruları.
Babamın, atalım bunları, dediklerini atmak üzere ayırıyorum fakat allem edip kallem edip bazılarını saklayacağım. Niyetim kesin.
Sonraki fotoğrafta babam bir grup arkadaşıyla bir nümayişte. Nümayişin en ön safında. Arkadaşlarının elinde yazılı pankartlar var. İşte babam. Babam en ön sıralarda. Elinde bir pankart tutuyor :
Hak Yol İslam.
Eveeeeeeeeeeet dedi babam. Evet’in e’sini üç elif miktarı uzattı. Bu uzatmadan fotoğrafın ayrılması gerektiğini anladım. Onu da ayırdım bir kenara.
Bu benim için bir şehadetnamedir, dedi. İstikametimi, niyetimi, hedefimi bildiren şehadetname. Fotoğrafı eline aldı. Uzun uzun baktı.
Gençlerin yarıdan fazlası sakallı idi. Babam da. Çoğu yeşil parka giyiyor. Gözler öfke saçıyor. Kollar havada ve yumruk halinde. Kalabalığın iki yanında polisler. Bıyıklı ve beyaz şapkalı. Ellerinde cop var.
Babam yine ön safta. Ancak bu kez elinde pankart taşımıyor. Pankartı arkadaşları taşıyor. Kelime-i tevhid, Allahüekber yazıları dikkat çekiyor. İslam Enstitüleri Akademi Olsun, diyor bir pankartta. Babam, fotoğrafı albümden çıkardı, uzun uzun baktı. Bak, bu Metin, dedi. Metin ağabeyimiz. Şehit Metin. Cami avlusunda şehit oldu. Bak bu da Şeyhmus ağabey. Hapiste şehit oldu. Bu, Erdoğan Tuna. O da şehid… Yaşasalardı memleketimize çok hizmetleri olacaktı ama kontrgerilla…
Sonrasını getiremedi. Babamı ilk kez göz yaşı dökerken gördüm. Bu kalsın, dedi. Albüme yerleştirdi.
Geçelim.
Fotoğrafı ayırdım, geçtik.
Geçtik ama babam elindeki fotoğrafı görmemem için hızlıca gömleğinin yeninden içine tıkıştırdı. Görmemem gereken bir şey olmalıydı. Sormadım.
– Ha, bak bu önemli. Hem de çok önemli.
Elindeki fotoğrafta babam cami kürsüsünde idi. Başında kenarları yeşil sarık, üstünde beyaz cüppe. Önünde Kur’an. Eli havada. Ağzı açık. Sert mi. Evet, biraz sertçe. Artık ne diyorsa. Camide vaaz ediyor.
– Bugün gibi hatırlıyorum, dedi. Elim neden yukarıda biliyor musun?
– Neden?
– İçinde yemin sözü geçen âyeti okuyordum, ondan.
– Hangi ayeti?
– Asr’a yemin olsun ki…
Bu da kalsın dedi. Ayırdım onu da.
Sanki tanıyormuşum gibi fotoğraftaki kişiler üzerinden sohbet etmeye başladı. Aslında buna sohbet dememeli, babamın dışa vuran şuuraltına tanık oldum demeliyim.
– Bak şu pankart sopasının solundaki arkadaşın adı Mehmet. Hafız Mehmet. Bize talebe birliğini tanıtan arkadaş.
Zeki. Girişken. Çevik biri imiş. Biz ayaklarımızın üstünde zor dururken o, ayakları yukarıda, ellerinin üzerinde yürüyebiliyordu, dedi. Karate çalışmış, dedi.
Pankartın öteki ucunu tutan arkadaşın adı Abdurrahim. Hafız Mehmet’in sağ kolu. Pankartı sabaha kadar o hazırlamış. Ve arkadakiler. Takımın savunması. Bekler. Hasan, İhsan, İbrahim, Harun, Hayrettin, Vedat…
Sağ eller yumruk ve havada. Pankarttaki sözü havalandırıyorlar.
MTTB’nin kongresi için İstanbul’a gittikleri zaman çekilmiş. Nuruosmaniye’den Ayasofya’ya kadar yürümüşler. Caminin önüne kadar gelmişler ve fakat içeri almamışlar.
Namazı avluda kıldık, dedi. Parkalarımızı çıkardık, seccade yaptık. İçimizden biri ezan okudu. Bahçede namaz kıldık. İnşallah içeride de kılarız duası etmişler.
Bunu ne yapayım dememe gerek yoktu tabii. Bu kalsın, dedi. Bu önemli bir vesika bizim için.
Onu da ayırdım.
Her şey bu kadar kesin ve keskin miydi. Beyaz ve siyah. İyi ve kötü. Babama göre öyle idi. Siyah-beyazlı günler, fotoğrafın arabı olduğu günlerdi. Masum, umutlu ve mutlu. Harbi günler.
Okuldan mezun olduğunu gösteren diploması da fotoğrafların arasında. İşte dedi, bunlar yan yana olsun. İlim öğrendiğimin resmi. İdealist olduğum günlere ait.
Sonra bir tomar denilebilecek fotoğrafı bir kenara koydu.
Bunlar gerekemez.
Elinde tutuğu fotoğraf fakültenin girişini gösteriyordu. Kapının girişinde babam. Elinde dergi ve kitaplar. Fotoğrafın altında 83-383 yazıyor. Soracağımı tahmin ettiği için hemen açıklamaya girişti. 83, dedi görünüşe bakılırsa fakülteye giriş yılım, 383 de kayıt numaram. Ama bunlar zahirde. Peki, bâtındaki ne?
Şu:
Üç yüz seksen üç’ün, üç yüz otuz üçü, Allah dostlarına ve bu isimde bir kitaba işaret. Bunların içinde üç yüz on kişi Bedir ashabı; kırk’ı kırklar; on’u aşere-i mübeşşere; üç’ü üçler, yedisi yediler; geri kalan on üç kişi de buradan boşalacak kişiler için yetiştirilen adaylar. Babam açıkça söylemedi ama kendisi de o, on üç kişiden biri.
Daha önce döneceğimi söylediğim kırk altının (46) içinde de var bu. Babamın kırklara katılacağının ilk işareti imiş. Peki, baba dedim, yüz yetmiş dokuz neyin nesi.
O dedi, esas sır onda. Ancak onu öğrenmeme izin yok. O, ben ceseden dünyamı değiştirdikten sonra aşikâr olacak.
Sonra kendisi çevirmeye başladı albümün sayfaları.
Küçükken biz oyalanalım diye verdikleri albümün bizim tarafımızdan karalanmış, çizilmiş fotoğraflarına bakıyoruz. Bazılarının gözlerini çizmişiz. Bazıları delinmiş kalemin ucuyla. Kim kimdir seçebiliyoruz gene de.
İşte babamın şeyhi. S. Efendi. Pasaport için çektirilmiş fotoğraflarından biri. Zayıf. Narin. Sakalı biraz uzunca. Beyaz. Derinden bakıyor. Babam bunu ver dedi, çıkardım, verdim. Uzun uzun baktı. Cüzdanına koydu.
Albümün bundan sonraki sayfaları kronolojik gitmiyor. Denk geliş dağıtılmış fotoğraflar. Belki biz getirmişizdir bu hale. Askerlik fotoğrafı ile üniversiteli yıllar, futbola merak saydığı yıllar ile yan yana. İşte babam. Banka yönetim kurulu üyeliğine seçildiği gün. Yıllarca mücadele ettiği bankacılık sistemi, adını değiştirmiş ve çarkına babamı da almış. Konu ile ilgili gazete haberleri ve fotoğraflar… Belki ilk çıktığında gurur vermişti. Ama şimdi acı veriyor.
Sonraki fotoğraflarda fazla eğleşmedik. Artık aile olmuştu. Annemle nişanlılık, evlilik resimleri. Onların öyküsünü biliyoruz.
İşte ben. Babamın kucağındayım. Hastanedeyim. Zıbınlarımın içinde. Babam mutlu. Annemin başı bağlı. Yorgun düşmüş. Elmacık kemikleri içine çökmüş gibi.
En son sayfaya geldiğimizde babam gene tuhaflaştı. Gözleri kızardı. Sesi kısıldı. İki fotoğraf vardı ve yan yana idi. Birinde Kâbe diğerinde Mescid-i Nebi görülüyordu. Babam ihramlı idi. Kâbe’nin karşısında secde halinde idi. Kim çekmiş bilmiyor. Diyanet’in basın mensupları haber yapmak için çekmiş olmalılar. O sıra babam Kâbe’de namaz kılıyor.
– İşte bu. Hayatım hep böyle olsun isterdim. Secdede. Bu kalsın.
Sonra diğer fotoğrafa geçtik. Mescid-i Nebi’de babam. Cennet bahçelerinden bir bahçe olarak nitelenen iki mezarın arasında.
Son halim böyle olur inşallah, dedi.
İnşallah baba, dedim.
Fotoğrafları albüme kendi elleri yerleştirdi.
İşte dedi, beni böyle hatırlayın.
Cansız ama olsun. Eğer fotoğraflarda yaşayacaksam böyle yaşamak isterim. Günahsız ve istikamet üzre.
Elini omzuna koydum babamın.
Duanız duamızdır babacığım dedim.
Duanız, duamızdır.

Latest posts by Alâaddin Soykan (see all)

Bu yazı yorumlara kapalı.