"Enter"a basıp içeriğe geçin

Güne Notlar

İTHAF
Bu satırları okuduğunuza göre henüz kıyamet kopmamış demektir. Kıyametten önce kurulmuş ve okunmuş cümle yığınlarından ibaret olan bu kitabı bütün müsebbiplerine ithaf ediyorum.

HATIRALARIN ZARARLARI
Bazılarının yaşamaya engel olacak kadar çok hatırası vardır. Bazıları daha önce tanıştıkları insanlarla dolu oldukları için yeni biriyle değil tanışmaya, karşılaşmaya bile mecali kalmamıştır. Güne notlarda ise yazdıkça önümde yükselen hatıra duvarı yıkılır diye düşündüğüm için kaleme sarıldım. Tek amacım hapsolduğum hatıra labirentinden kurtulmaktı. Ancak yazarak bu amaç ulaşmak yerine labirenti daha da karmaşıklaştırdığımı çok geç farkettim.

NOTLAR VE BEN
Notlar alıyorum. Cümleler kuruyorum. Kurduğum cümleler bir araya gelip paragraf olmuyorlar. Oysa daha paragrafların bir araya gelmesi gerekecek. Notlar alıyorum ve notlar sadece birer not olarak kalıyorlar. Tıpkı benim gibi eğreti hepsi. Yine de notlar almaya devam ediyorum.

HAYAT BELİRTİSİ
Duvarda taşların arasından işaret çakan küçücük bir bitki. Katı, sert, kunt gibi kelimelerle tarif edeceğim taşların arasında; çölde vaha, okyanusta ısssız ada misali bekleyen üç beş yapraktan ibaret bir hayat belirtisi.

TOVURK KUŞU
Ne çok susmuştuk. Bundan yirmi yıl önce haftalar boyunca dağılamayan sisler içinde yükselen karağaca kendini asan adamın ismini hatırlamaya çalışarak patikadan yürüyorduk. Ellerimizde ucuz marketlerin indirimli ürünleriyle dolu naylon poşetleri vardı. “Sahi o kimdi?” dedim gözlerimi kısarak. Yol arkadaşım Niçe bıyıklarını sıvazlayarak konuşmaya başladı. “Romatizmalarım azdı yine. Yağmur yağmaya başlayacak besbelli.” Biraz durup adını bilmediğimiz bir kuşun ötüşünü dinledik. Yol arkadaşım durup dururken “Bu kuşun adı tovurk olsun.” dedi. Bu isim aramızda kalacaktı. Birisi bu kuşa ad takıp herkese söylemişti de ne olmuştu ki sanki.

YAFTA
Boynumda asılı üzerinde “bilmem ne inşaat proje alanıdır” yaftası, okuyanlara yakında tamamen yıkılacağımı ifade ediyor galiba. Bir sabah uyandığımda kendimi hiçbir şeye dönüşmeden yani yatmadan önceki halimle buldum. Odamın deniz mavisi duvarlarına bakarak tekrar uyumayı denedim ve başarılı oldum. Vakit öğleye yaklaşırken gözlerimi açtım. Hâlâ aynı kişiydim. Gözlerimi ovdum. Çapaklarımı parmak uçlarımdan seyrettim. Besbelli ki bugünlük uykuya ayırdığım sürenin sonuna gelmiştim. Kalktım. Günün gözleri açık olarak geçmeye ayrılmış zaman dilimi başlamıştı zira. Mutfakta iki gün önce alıp yarısını yedikten sonra unuttuğum simidin kalan yarısı beni bekliyordu. Yarım simidin beklentisini yerine getirdim ve onu gövdemin bir parçası kıldım. Kahvesiz ve çaysız bir kahvaltıdan sonra duvarlarının renginden başka hiçbir özelliğini tasvir etmediğim evimden geçici olarak ayrıldım. Gidecek bir yerim yoktu. Yine de bu gitmeme engel değildi elbette.

DAHA ÖTESİ
Hayatımın 1989’da geçmeyen yıllarından birinde yazıyorum bu satırları. Hangisi olduğunun hiç önemi yok. Yeter ki 1989 olmasın. Yağmurların ıslak yağdığı, kışın üşütüp yazın terlettiği bir yıl ve kesinlikle 1989 değil. Geriye fazla bir ihtimal kalmıyor değil mi? Benim de yapmak istediğim tam olarak buydu zaten.
Size çocukluğum ve ilk gençliğim hakkında uzun uzun yazabilirim. Zira aksini iddia edebilecek bir görgü şahidim kalmadı. Onlar hakkında aklıma gelen yalanı da söyleyebilirim. En azından kıyamete kadar tekzip yemeyeceğim kesin. Peki, yalan mı söyleyeceğim? Yazdığım her şeyin, en azından cümleyi kurduğum an bana doğru göründüğünü garanti edebilirim. Daha ötesi ise beni aşar.
BÜYÜK YÜK
Gölgem ağırlaşıyor. Yaz ufku tahakküm altına aldıkça onu taşımak daha da ağır bir mesai gerektiriyor. Gün geçtikçe ağır bir çuvalı peşimden sürüklemeye çalışmaya benziyor gölgemi yanımda götürmek. Ter içinde kalıyorum. Bir kişi de gölgemin ucundan tutup bana yardım etmiyor. Normal. Çünkü onların da gölgeleri var ne de olsa.
Uykum geliyor.
Uy… Kum… Ge… Li… Yor…

YEŞİL GÜL
İlkokul ikideydim. Aybike bana “bir demet maydanozla bir demet gül arasında ne benzerlik var?” diye sorunca “ikisi de yeşildir” cevabını verdim. “Bir kere gül kırmızı olur” dedi bana. “Ama sadece çiçeği kırmızıdır. Yaprakları yeşildir.” Deyince “O sayılmaz işte. Gül kırmızıdır.” diye ısrar etti. Bütün sınıfın önünde alay etti benimle. Ben de saçını çektim. Hemen öğretmene yetiştirdi. Kız milleti değil mi işte. Oğlan olsa dövüşür rahatlardık.

ÖZLEMSİZ NOSTALJİ
Kapıya uzun uzun baktı ve karşı kaldırıma geçerken “Rengi değişmiş” dedi. Yıllarca yaşadığı ve yıllardır uğramadığı semtine nasıl olduysa bir karar almadan kendiliğinden gelmişti. Oysa buralara bir özlem de duymuyordu.
Büyük acılar, büyük aşklar yaşamamıştı. Günleri birbirinin kopyası gibi geçmişti neredeyse. Yine de bir şeyin eksikliğini duyuyordu. Adını koyamamıştı. Burasıyla ilgili olduğunu seziyordu sadece.

BEKLEMEK
Seni beklerken kaça kadar saydığımı şimdi tam olarak hatırlamıyorum. Hava yağmurluydu. Güç bela bulduğum bir saçağın altında bekliyordum seni. O gün gelmeyeceğini henüz bilmiyordum. Etrafıma bakındım. İnsanlar telaşlıydı. Pardesüler, şemsiyeler, kapşonlar… Hiçbiriyle ilgilenmiyordum. Kırk beş dakika geçince saate bakmanın bir manası kalmadığını anladım. İkindi ezanı okunmaya başlayınca caddenin karşısındaki cemaate dahil oldum. Çıkınca camiye yakın otobüs durağına yöneldim ve ilk gelen otobüse nereye gittiğine dikkat etmeden bindim. İşten dönüş trafiği henüz başlamamıştı. Otobüs de, otobüsün yol aldığı cadde de boştu. Cep telefonumu elime aldım. Rehberi açtım ve ismini buldum. Sadece ismine bakmakla yetindim bu sefer. Sonra da telefonu tekrar çantama koydum. Otobüs, şehirn pek gitmediğim bir semtine doğru yönelmişti. Sanki o semtin insanıymışım gibi en ufak bir tereddüt göstermeden çantamdan kitabımı çıkardım ve okumaya başladım. Doğrusu çevirdiğim sayfalarda sadece bakışlarımı gezdiriyor ama cümleleri anlamıyordum. Bu sayfaları tekrar okumak zorunda kalacaktım besbelli. Arada başımı kitaptan kaldırıp nerede olduğumu anlamaya çalışıyordum. Ancak dakikalar geçtikçe nerede olduğum bilgisinden giderek daha çok kopuyordum. Yanımda uyuklayan gencin aniden uyanıp –Parkı geçtik mi? diye sormasıyla kendime geldi. Belli belirsiz bir sesle bilmiyorum cevabını verince delikanlı sorusunun cevapsız kalmasına sinirlendi. Bir şeyler geveledi ve kalkarak yanımdam uzaklaştı. Son durağa vardığımı herkesin kapıya yönelmesinden anladım. Otobüsten indim. Şehrin son mahallelerinden birinde binaların arasında her nasılsa kalmış meydan benzeri bir boşluktaydım. Akşam ezanı okunmak üzereydi. Camiye yöneldim. Abdestimi alınaca ezan okunmaya başladı. Akşam namazını kılınca meydana geri döndüm. Köşede müşteri bekleyen pilavcıdan sade pilav ve ayran alıp karnımı doyurdum.

HÂSILI KELÂM
Harcanmış bir 35 kuruş gibi geçti ömrümün ilk 35 yılı. Bundan sonraki yılların da daha farklı geçebileceğine dair bir emare göremiyorum. Karamsarlık değil bu. Kötümserlik de… Bir çeşit teslimiyet. Akarına bırakmak bazı şeyleri. Akışına teslim olmak. Bu cümleleri yazmış olmak, kâğıt üzerinde bu cümlelere bir yer göstermiş olmak bir anlam taşıyor mu peki? Bilmiyorum. Bilsem hiç yazmazdım belki de… Bilsem….

Suavi Kemal Yazgıç
Suavi Kemal Yazgıç

Latest posts by Suavi Kemal Yazgıç (see all)

Bu yazı yorumlara kapalı.