O kadar karışık, içi dolu, rüyalarla yorgun, uykulardan uyanıyor. Ne zaman öyle uyansa, kafası ayrı bir dünya. Perdeyi usançla çekiyor kenara. Güneş rahatsız ediyor onu. Gözleri kamaşıyor. İçinde cevabını alamadığı, yeterince sorgulanmış soruların sıkıntısı…
“Neden bırakmazsın peşimizi ey gece?”
Acımasız bir sınavdan geçiyor. Türlü evhamların bekçiliğini yapan gecenin karanlığından şikâyetçi. Huzursuzluğun cenderesindeki ruhu rahatsız. Oysa cemre düşmüş suya, dışarıda harika bir yağmur var. Hem yağmur hem güneş…
“Acil! Kendimizi bahara ikna etmeliyiz. Hazır cemre düşmüşken.” diyor o.
“Haklısın ama… Ömrümüz beklemek, sabretmekten müteşekkil. Yakalayabildiğimiz yerinden denk düştükçe yaşadığımız hayatın arızalı bir gemisi bedenlerimiz.”
“Belki seni yine anlamayacaklar yol arkadaşım. Yalnızlığın hangi çeşidini istersin? Önce seçimini yap olur mu?”
“Olur.”
“Sonra kendi duygulu parçanı bırak şuraya. Gönülsüzce olmasın sakın. Belki bir sunak taşı değil, sadaka taşı olduğunu biliyorum -ben adım gibi- oranın.”
“Biliyor musun? Tuhaflığımızın resmini hiçbir ressam doğru çizemez.”
“İzahı zor başkalarına belki. Tuhaflığımızın boyutunu bilemeyebilir.”
Sonra fark edeceksin. Çok sonra…
“Tek kurtuluşumuz yakarıştır, duadır. Onunla konuşmadır.”
“El hak, ne gelir elden doğru dersin de, ben alışmışım kendi karmaşamla yaşamaya… Dua etmeyi bilmem ki ben?”
“Bekle lütfen, solmasın güller bahçemizde, iri iri açsın. Pembe, kırmızı karanfiller eksik olmasın penceremizden. Dünyaya dair iyi niyetimizi/eylemimizi muhafaza edelim. Kupkuru cümleleri tanzim eden biri gibi, bütün yorgunluğunu dök. Kalmasın hiç ahın… Hiç hevesin, can sıkıntın, bitmiş eğlencen. Oysa cümbüşün yeni başlıyor. Çok çabuk öğrenirsin meraklanma. Yoksa duan olmadan olmaz bu yolculuk, çekilmez olur yol.”
“Ne güzel şeylerden söz ediyorsun. İçim ferahlıyor. Sanki içli bir türkü dinlemişim, söylenecek laf kalmamış susmam lazım gelirmiş gibi…”
Gülüyor. Güzel gülüyor Allah için.
“Oysa hayatları kurgu bazılarının. Yaşadım, deyip geçecekler bu arzdan. Yapay, sadece çıkara hizmet eden bakışlar, davranışlar… Onları ne yapayım?”
“Bir yolu vardır hep.”
“Nedendir bu kadar kıskançlık? Ne kadar gerçek değil mi yaşadığımız kararsızlıklar? Bizim ne güzel gıpta etmelerimiz vardı. Kim hatırlatacak bunları bize?”
“Dua et işte.”
“O yüzden sorup duruyorum. Neden Allahım, bir türlü dertli kulların barışmaz karanlıkla?”
“Yalnızsın. Bilirim o duyguyu.”
Aslında o…
“Yaşanmışlıkların ağırlığı kurşun gibi çökermiş, hüzünlü akşamlara meğer. Katsayısı artmış bir hüzün seni karşılar anahtarla açtığın kapıda. Evinde misafir değildir o hüzün. Ev sahibindir artık.”
Oysa o…
Yürüyor vakit namazı için en yakın camiye. Susturuyor bütün garip sesleri, kınama dolu çağrıları. Telefonunu sessize alıyor, biraz olsun dünyanın hay-huyundan yakasını kurtarmışlığın verdiği hazla yaşıyor o anı. Sonra nasılsa bitmeyen sıkıntılar, maişet derdi, hesaplar, kitaplar…
“Oysa dışındasındır bir yabancı gibi hayatın. Kafandaki düşüncelerin hantal ve kör yanlarının farkında olarak.”
Yürüyor karanlığa aldırmadan kıvrılan önü sıra yola, korkuyu koyuyor cebine. Bir amacı, bir hevesi var. Aşacak engelleri. Onun gibi düşünenlere, “eyvallah!” demiş çoktan. Yol arkadaşları yadırgamıyor onu. O da onlardan hoşnut aslında. Daha ne ki? Hazır cemre düşmüşken…
Latest posts by Meral Afacan Bayrak (see all)
- İnsandan İnsana Mistik Fısıltılar - 7 Mayıs 2018
- Hazır Cemre Düşmüşken - 3 Mayıs 2017
- Dönemecin Sonunda Bizi Bekleyenler - 7 Nisan 2017
Bu yazı yorumlara kapalı.