"Enter"a basıp içeriğe geçin

Kalbim

Şey, bütün organlarımı alabilirsiniz. Her birini farklı yerlerde farklı insanlara, hayatlarını devam ettirmeleri için, verebilirsiniz. Ama ne olur ona dokunmayın, kalbim. O çok acılar çekti, hüzünler yaşadı, ayrılıklar gördü ve beni benden öte biliyor. Onu benimle birlikte gömün. Ne olur, kalbime dokunmayın.

Şey, yaşadığım her şeyi anlatırsam ruhum huzur bulur mu?

“Rabbim, sen insanın niyetini ve sırlarını, kalbindeki ulaşılamayan arzularını, gözlerin hain bakışlarını ve göğüslerin içinde saklananları bilirsin. Beni her türlü sıkıntıdan kurtar; sen her darda kalanın, duasını kabul eden Yüce Yardımcısın. Âmin”

Bu sabah hayatımın mihenk taşları değişecek. Artık öğrenci değilim. Bu sabah ilk iş günüm. Pazartesi.

Yıllar önce gecelerimi uykusuz geçirerek hazırlandığım bir sınav sonrasında üniversiteyi kazandım ve altı yıllık bir eğitimin ardından öğrencilik yaşantımı bitirdim. Yaptığım iş başvurularının adedini hatırlamıyorum. Şükür ki birine kabul edildim.

Vapurdayım. Takım elbisem, kravatım ve gıcır ayakkabılarımla bu şehre çok yabancı duruyorum. Üzerime sıçrayacak herhangi bir lekeyi kabul edemem. Aslında ben bu değilim, benim ruhum bu elbisenin içine girebilecek kadar zayıf olmamalıydı. Hiç bu şekilde hayal etmemiştim kendimi. Uzun geceler boyunca ders çalışırken hep daha farklı, daha özgür bir hayat düşlemiştim. Defterlerimin sayfalarını dolduran yazılarımı bir gün insanlara sunacak ve düşüncelerimi onlarla paylaşacaktım. Hayatımın hiçbir döneminde dış görünüşüme önem vermedim. Üniversitede aynı ortamı paylaştığım arkadaşlarım için paspal; hayattan hiçbir beklentisi olmayan bir adam gibi görünürdüm. Hiç unutamıyorum;

Okuldaki üçüncü senemdi. Metrodan inip okulun önüne geldiğimde yukarıya çıkmak için bekleyen öğrencileri gördüm. Görevlilere kimlik kartımı gösterip kapıdan geçtikten sonra bekleyen kalabalığın arasından kafam önümde yürüyerek geçiyordum ki bir ses duydum.

Kafamı sesin geldiği yöne çevirdim. Sınıf arkadaşım Abdullah’tı. “Günaydın, göremedim” dedim.

“Günaydın” dedikten sonra, “hangi derse geldin?” diye sordu.

“Kitlesel çalışmalar ve kimlik” dedim “seçmeli ders.”

“Bölüm derslerine gelmezsin, seçmeli derslere gelirsin” dedi.

“Bu derste kendimi yargılayabilmeyi öğreniyorum” dedim ve konuyu daha fazla uzatmadım. Dersler hakkında onlarca kez konuşmuş ve nasıl bir düşünceye sahip olduğumu tam olarak anlatamamıştım. Otobüs geldi, balık istifi doluştuk. Okulun girişinden fakültenin önüne kadar gittik.

Abdullah ile derslerimiz ayrı binalardaydı. O yeni binanın yolunu tutarken ben de Osmanlı döneminden kalmış taş duvarlı fakülteye girdim. Kapıyı geçince sağa ve sola doğru uzanan upuzun bir koridor var. Bir ucundan diğer tarafı görünmüyor. Yan yana dizili odalar ve her odada çalışan insanlar. Bu koridor boyunca kim bilir kaç defa yürüdüm. Birçoğunda hiçbir işim yoktu. Sadece insanların yüzlerindeki ifadeleri görebilmek ve hikâyelerimde kullandığım farklı karakter tasvirlerine yeni kazanımlar elde etmek için çabalıyordum. Bazı öğrenciler ellerinde sigaraları, sadece eski yapılarda görülebilen pencere pervazlarında oturuyorlardı, okulumuz koridorlarında pencerelerin önüne oturulabildiği için bank yoktu. Bazı öğrenciler de hızla bir yerlere yetişmeye çalışıyorlardı.

Dersin başlamasına daha çok var, büfeden çay alıp pencerenin önüne oturuyorum. Bu pencerenin önüne oturup dünya klasiklerinden okumak öğrencilik hayatımın en unutulmaz anılarındandır.

“Ooo sizi okulda görmek ne büyük bir şeref” dedi Cumhur adındaki uzun boylu arkadaşım.

Yerimden kalktım, tokalaştık. “Ben her zaman okuldayım da siz görmüyorsunuz” dedim.

“Hadi oradan” dedi gülümseyerek, “ yoklama listesine adını yazmaktan kişilik sorunları yaşamaya başladım.”

“Dostluk kara günde belli olur” dedim, ben de gülümsüyordum.

Birçok derse girmezdim, giremezdim. Girdiğim derslerde de farklı düşüncelere dalıp bir türlü adapte olamazdım. Üniversite yıllarım çok buhranlıydı. Biliyorum kimsenin kötü bir niyeti yoktu, ailem ve hocalarım benim geleceğimi düşünerek iyi bir üniversite okumamı istemişlerdi ve bu sebeple teknik üniversitede mühendislik okumaya başlamıştım. Üniversite hocalarıma yıllardır anlatamadığım belki de bu konuydu. Okuldaki birçok öğrenci istediği bölümde okumuyordu, fakat kimsede “Ne oluyor kardeşim, ben mühendis olmak istemiyorum” diyemiyordu. Çünkü bir gelecek kaygısı vardı ve mühendislik para demekti. Ben bunu yapamadım. Üniversite kapısından adımımı attığım günden beri ruhumu mutmain edemedim. Bu yüzdendir ki şu koridorlarda derse girmek için yürüdüğüm her adımımda ayaklarım geriye gitti.

“Hadi ben derse geç kalıyorum” dedi Cumhur.

“Tamam, iyi dersler” diyerek onu uğurladım. Benim dersimin başlamasına daha yarım saat vardı. Kitap okumaya devam edebilirdim. Alman yazar Hermann Hesse’nin gençlik yıllarında yazdığı Peter Camenzind adlı romanını gittiğim her yere götürüyor ve ilgiyle okuyordum. Kendimi romanın içinde herhangi bir rol üstlenmiş küçük bir karakter gibi görüyordum. Peter değildim, ama onun düşüncelerini paylaşıyordum. Lorenzo Medici’ni bir şiirinde ne diyordu;

“Ne kadar güzel gençlik

Ama hemen kaçıveriyor

Mutlu ve huzurlu olmak isteyen öyle olsun

Yarın ne olacağı bilinmez.”

Sınıfta on üç kişi vardı. Dersi alan öğrenci sayısı yetmişin üzerinde olmasına karşın sadece on üç kişi vardı sınıfta. Seçmeli ders olduğu için mi yoksa kimlik buhranları gibi basit bir konudan bahsettiğinden midir bilinmez öğrenciler ilgi göstermemişti. Hocamız derse girdi ve ülkemizde yaşayan azınlık bir gencin hikâyesini anlatarak konuya giriş yaptı. Öyle farklı örnekler sunuyordu ki bize, hangi birini not alacağımı bilemiyordum. Sınavda soracağı soruyu şimdiden söylemiş ve not kaygısı gütmememizi belirtmişti. Arkamda oturan bir kız “ iyi o zaman takip etmeye gerek yok” dedi ve defterini çantasına kaldırdı. Hocalarımız bize bu şekilde davranmamayı öğretmek istemişlerdi belki, ama sistem buna yönlendiriyordu. Sınavlar, seçenekler, notlar hayatımızın her alanını kaplıyordu. İlkokuldan beri aynı hayaller kurduruldu bize, okulumuzu bitirip iyi bir meslek sahibi olacağız ve emekliliğimiz gelinceye kadar aynı işte çalışıp mutlu mesut yaşayacağız. Farklı tercihleri olanlar önce aileleri sonra çevresi tarafından asimile edilirdi. Neden Dostoyevski’yi okutmazlar lise yıllarımızda?

Ders bitti ve ben, diğer öğrenciler sınıftan çıktıktan sonra hoca ile baş başa kaldım.

“Nasılsın?” diye sordu gülümseyerek. Her ders çıkışı onunla konuşmak, düşüncelerimi farklı bir bakış açısıyla yorumlayabileceğini bilmek hoşuma gidiyordu.

“İyiyim” dedim, “siz nasılsınız?”

“Teşekkür ederim” dedi, “tavsiye ettiğin kitabı okudum.”

“Nasıldı, beğendiniz mi?” diye soruyorum, gözlerim fal taşı gibi açılıyor. “Ben de sizin verdiğiniz kitabını bitirdim.”

“Konuştuklarımızı farklı bir bakış açısıyla kaleme almışlar” diyor ve izlenimlerini anlatıyordu.

“Ben” dedim sözünü bölerek, “sizin verdiğiniz kitapta bir noktayı anlayamadım, niçin öteki diye bir kavramı kültürel birikimimiz içine sokmaya çalışıyorlar ve insanların içinde ötekileşen kim oluyor?”

“İstersen odama geçelim, kahve içelim, konuşuruz” diyor değerli Kerem hocam.

O gün, o odadan çıktığımda nasıl bir düşünce yapısına sahip olduğumu ve gerçekten neyi ne kadar istediğim konusunu daha iyi anladım. Sanırım hep içime hapsettiğim fikirlerim bir gün isyan edecek ve olmadık bir zamanda umulmadık bir anda haykıracaktı. Ama o gün bu gün değildi. Yürüdüm, kafamı öne eğip koşar adım yürüdüm. Okulun önünde otobüs bekleyen öğrencilerin arkasından geçip gittim. Kimseyi görmek istemiyordum. Aslında çoğu zaman okuldan ayrılırken bu şekilde davranırdım. Ruhum daralırdı bu koridorlarda ve kaçacak delik arardım.

Vapurun penceresine kafamı dayamış ilk iş günümde nasıl davranmam gerektiğini düşünürken tiz bir genç kızın sesi dikkatimi çekiyor;

“Değerli ağabeylerim, ablalarım. On yedi yaşındayım. Babam üç sene önce vefat etti ve küçük kardeşim milyonda bir görülen bir ilik hastalığına yakalandı. Tedavisi çok pahalıya mal oluyor. Onun için bu kalemleri satıyor ve aileme destek olmaya çalışıyorum. Lütfen kalemlerimden alır mısınız?”

Üzerinde eski bir yelek vardı genç kızın ve saçları omuzlarından aşağı sarkmıştı. Kirliydi. Elinde tuttuğu kalemleri insanlara uzatıyordu. “Lütfen, yardım etmek istemez misiniz?” diyordu gülümsemeye çalışarak. Uzunca bir süre izledim ve yanıma gelmesini bekledim. Sanırım ikinci kalemi ben satın aldım. Kız oturduğumuz bölümdeki insanların hepsinin önünden geçtikten sonra sessiz bir şekilde ayrıldı ve hayat normale döndü. Karşımda oturan orta yaşlı bir kadın elini ağzına götürerek “İnsanları kandırmaya çalışıyorlar, dediklerinin hepsi yalan” dedi. Yanında oturan adam da karşılık olarak “Çok haklısın, para yolda bulunmuyor ki. Bu dilencileri toptan yok edemediler” dedi.

Ben kendi halime dönmüştüm. Birazdan başıma gelecekleri düşünüyordum. Vapur yolculuğunun ardından on dakikalık yürüme mesafesindeydi iş yerim ve dakikalar yaklaştıkça heyecanlanıyordum. Kravatım boğazımı sıkıyordu.

İş hanının kapısına geldiğimde derin bir nefes aldım ve kendinden emin görünen adımlarla yürümeye devam ettim. Asansörü kullanmadan ikinci kata çıktım. İşte çalışacağım ofis karşımdaydı. Kapıyı ürkekçe ittim ve içeri girdim. Bütün düşlerim dışarıda, kapının yanında, kalmıştı.

Sekreter, “Hoş geldiniz” dedi.

“Hoş… hoş bulduk” dedim.

Bacaklarım titriyordu. Bu kadar heyecanlanacağımı düşünmemiştim. İçeriye doğru yürümeye devam ettim. Patronumun odasının kapısı açıktı ve geldiğimi gördü.

“Hoş geldiniz, yeni işiniz hayırlı olsun” dedi, gülümsüyordu.

Benimse yüzüm kızarmayı bırakmış nefes alamadığım için bozarmaya başlamıştı.

“Buyurun” dedi, “siz şurada çalışacaksınız”. Eli ile boş bir çalışma masasını gösteriyordu. “Tuncay Bey, birazdan gelir ve size yaptığımız işler hakkında gerekli bilgiyi verir, kolay gelsin.”

Çalışma masam önümdeydi, altı yıllık üniversite hayatımın ürünü işim ve masam. Artık dokuz altı buradaydım. Koltuğu geriye çekip geçici misafir edasıyla yavaşça oturdum. Birçok kişiye bu lüks ofis koltuğu çok rahat gelebilirdi ama inananın bana öyle değil. Kapının dışında bekleyen hayallerim olduğu için bu koltuk bana hiç rahat gelmedi. Ben bu koltuğa oturabilmek için hayallerimden vazgeçmek zorunda kaldım.

Saat dokuza çeyrek vardı, iş görüşmelerinden tanıdığım ve neşeli tavırlarıyla beni rahatlatan Tuncay Bey kapıda göründü; “Ooo, hoş geldiniz, ilk iş gününüz. Hayırlı olsun” dedi. Masasına yöneldi, çantasını bıraktı montunu astı. Ben kelimeleri kafamda toparlayıp bir şeyler söylemeye çalışırken, Tuncay Bey söze girdi “Burada sizden ilk aşamada beklentimiz…”

Yaklaşık on beş dakika sürdü bu konuşma ve ben ağzımı hiç açmadan dinledim. Söylediklerinden neredeyse hiç bir şey anlamadım. Tuncay Bey’in bana söylediği kaba tabirle bir pazarlamacılıktı. Önüme verilen telefon numaralarını arayacak ve sattığımız ürünlerin özelliklerini anlatacaktım. Altı yıl boyunca aldığım onlarca dersin sonunda yaptığım iş, küçükken evimizin önüne gelip bütün kadınları etrafına toplayan ve akşama kadar bin bir farklı türlü ürününü satmaya çalışan bohçacıdan farklı değildi. Karakterler ve satılan ürün farklıydı belki, evet ama zihniyet aynıydı.

Saat ona gelirken ilk müşteriyi aradım, başarısız birkaç deneme sonrasında bir müşteriyle üç dakikadan fazla konuşabildim. Telefonu kapadığımda kusmamak için kendimi zor tutuyordum. Doğruca tuvalete gittim.

Lavabonun karşısında aynada kendime baktım. Tanıyamamıştım. Bu ben değildim. Bu kıyafetlerin içindeki adam ben olamazdım. Yüzümü hiç bu halde görmemiştim. Korktum. Yıllar yılı çalışmanın sonunda geldiğim nokta burası olmamalıydı. Aynayı yumruklarımla parçalamak istedim, avuçlarımın arasına alıp ufalamak ve içinde yaşadığım toplumun en üst mevkiinden aşağı bırakmak.

Yapamazdım. Vazgeçemezdim. Çevremde benden iyi haberler bekleyenleri üzemezdim. Tekrardan çalışma masama döndüm ve kağıt mendilimle yüzümü kuruladım.

Saat on biri geçmişti. Kalbime daha fazla direnemedim. Oturduğum yerden kalkıp patronumun odasına gittim.

“Çok üzgünüm ama ben bu işi yapamayacağım” dedim. Şaşırmıştı.

“Hayırdır oğlum” dedi ayağa kalkarak.

“Yapamayacağım, yapamayacağım…” dedim daha fazla konuşamadım.

“Bugün evine git” dedi, “dinlen, daha sonra tekrar konuşuruz.”

Ardıma bakmadan ofisten çıktım ve kapının yanında bekleyen düşlerimi alarak uzaklaştım. Kalbim çok hızlı çarpıyordu. Önce kravatımı söküp attım boğazımdan, ardından üzerimdeki ceketi çıkardım. Aklımı kaybetmediğime dua ediyordum.

“Kalbim kül oldu bir kütüphane yangınında…”

Latest posts by Adem Dönmez (see all)

Bu yazı yorumlara kapalı.