"Enter"a basıp içeriğe geçin

Mavi Gördüm Seni Lizbon

“lisboa

       boa

simsiyah saçlı kadın

      Mariyya

bir masal söyle bana

kan nasıl çıkmadı taştan

o ölen kimdi

Mariyya

****

Çin kadar uzaklardan

can kadar yakından

sen bir masal kızısın”

Bir şiirin peşinden mi geldim buralara. Simsiyah saçlı kadın. Adı Mariyya…

Lisboa, dünyanın taa öteki ucu. Yoo hayır, dünyamın taa öteki ucu. Evet dünyamın… “can kadar yakın/Çin kadar uzak” öteki ucu.

Endülüs ve denizci kâşifler ile aklıma hükmeden, bir yanı hayal ülke. Uğruna gemilerini yakıp hayallerini inşa eden serdengeçtilerin hayali. Yeni kıtaya umut devşirmeye giden, umudu harcıalem sömürülmüş Avrupalı avamın hayal kurduğu sahil. Bizim terk ettiğimiz, kovulduğumuz, kılıcı ensemizde hissettiğimiz, eritilip yokluğu tattığımız eski vatan. Hayallerimizi devşirip kabına dolduğumuz bir parça Endülüs. Endülüs ki dehşete uyandığımız rüya. Rüyalarımızın medfun olduğu rüyalarımıza giren diyar. İslam aklının ve ruhunun şekillendirdiği asırlardır acıyan kopuk.

Yürünerek yaşanarak kurulmuş sokaklar… Neyi kaçıracaksam, hemen dökülüveriyorum sokaklara. Başından aşağı böğürtlen saçları dökülen pasaklı duvarların arasından akıyorum. Ayaklarıma yığılmış yorgunluğa hiç aldırmadan. Gece, hık demiş Anadolu gecelerinin burnundan düşmüş. Belki Mağrip geceleri de böyledir. Belki bir yokuşu çıkıp bir Mağrip çayhanesine rastlar, bir adımda mistik şarka girerim. Bin yıllık duvarların bin yıllık haldaşları sedirlerden birine oturup nane çayı içerim. Belki başımı eski bir taşa yaslayıp bir Endülüs rüyası görürüm. Işık ve buharla oynayan pencereden dışarı bakmamam ezeli bir haz verir, ezeli bir tedirginliği def eder.

Portekiz seyahati sözkonusu olduğunda en çok Endülüs hatıraları heyecanlandırmıştı beni. Endülüs ve Akdeniz kültürü beklentilerimin başında geliyordu. Asaf Halet’in Mariyya’sı ile Yahya Kemal’in Endülüs’te Raks’ı seyahat boyunca mihmandarım oldular. Onların muhayyilesiyle ne güzelmiş Lizbon, ne güzelmiş Endülüs akşamları.

Şehir biraz Akdeniz ve Ege biraz da Kuzey Afrika’yı andıran mimari dokuya sahip. Bu yönüyle birbirine benzeyen birçok Avrupa şehrine nispetle sıcak geliyor bana. Atlantik kuvvetli rüzgârıyla Akdeniz iklimini serinletiyor. Şehri çevreleyen pürüzsüz yeşil tepelerin/dağların doruklarında şehri gözeten saraylar doğal dokuya köklü bir mazi çehresi veriyor. Özellikle Sintra ve Colores böyle.

Gezdiğimiz yerlerde Endülüs’e ait eser kalmamış. Ancak dikkatli bir gözlemle günümüz Lizbon’unda Endülüs’ün izlerini görmek mümkün. Tonozlar, kemerler, çiniler, revaklar…  Geleneksel mimariden başka modern yapılarda da çini oldukça yaygın. Özellikle dış cephelerde göze çarpıyor. Seramik de çini gibi ilgi görüyor, benzer motif ve renkleriyle bu iki Müslüman kardeş Lisbon’a mavi, turkuaz bir ton katıyor. Seramik, çini ve kemerler Lizbon’da yaşayan Endülüs zevki…

Tarihi yapılarda Osmanlı ve Selçuklu’yu anımsatan unsurlara da sıkça rastlamak mümkün. Anlaşılan sanatta İslam etkisi Endülüs’ten sonra da uzun zaman devam etmiş. Hatta devam etmekte. Süslemelerde kullanılan geometrik şekiller, bitki motifleri ve renkler bu meyanda değerlendirilebilir. Sivil yapılarda dahi çinilere yazılı, genellikle kapı üstlerinde yer alan yazıların tarihimizdeki kitabe geleneğinin devamı olduğu çok açık. Günümüzde de bu gelenek çeşitli yapı ve sokak isimlerinde belirgin olmak üzere birçok alanda yaşıyor.

Yüksek duvarlar arasında, sonu bir hayale çıkacakmış gibi yumuşayan, kıvrılan dar ve dolambaçlı sokaklar da İslam şehrinin ince mahremiyetini anımsatıyor. Muhtemelen Müslümanların nezih yaşam yuvaları, avlulu/bahçeli evlerinin yerine Batı’nın barınma ihtiyacını savdığı apartmanlar dikilmiş, dükkânlar yapılmış ama sokaklar olduğu gibi kalmıştır. Evvel zaman içindeki mahalle kültürümüzün bir benzerinin asırlar önce yaşadığı aşina sokaklar… Seher vakti ezana tutunup mahalleyi kadınlara devreden erkekler, esnaf duasıyla işlerinin başına geçecekler. Mahallenin mahremiyetine binaen gerekmedikçe mahalle içlerine girmeyecekler. Orası artık gün ışıklarıyla kadınlara ait sosyal bir alandır. Tekinsiz dolaşmaya cüret eden bir yabancıyı uyaracak yaşlı bir teyze her an belirecektir sokağın bir köşesinde.  Yaşlı teyzenin gözlerinin dahi sonunu göreceği kadar kısadır sokak. Başı dara düşerse birinin tüm komşular, anında toplanacak kadar yakındırlar birbirlerine. Hiç kimse yalnız değildir bu sokaklarda. Kızların hayalleri, çocukların gülüşleri, mahalleye öksürerek giren erkeklerin sesleri, ezan ve duanın ardından başlayan kepenk sesleri, çekiç, örs, keser, testere, pazarlıklar… Bütün sesler derin bir uykuya dalmış bu sokaklarda.

Portekiz’in bir Akdeniz ülkesi olduğunun vurgulanması Endülüs’ü yani İslam kültürünü gölgelemek gayretiyle oluşmuş bir kompleks mi diye düşünmeden edemiyorum. Portekiz, sıyrılmak istediği bir medeniyetin gölgesinde kalmış, dayatılan ama kimlik bahşedemeyen ve hep yabancı kalan başka bir medeniyeti giyinmeye zorlanan, arayışlarla muhayyilesi bulanık bir ülke. Kendine ait sunduğu/pazarladığı evvel zamana dair her eserde Endülüs var; Arap ve Türk-İslam sanatlarına ait bir doku var. Belki de Lizbon’a gelen turistlere yarı efsanevi anlatılarla öne çıkardıkları Belem tatlısı da bu kimlik arayışının bir buluşudur. Tarifini sadece dört kişinin bildiği, bu kişilerin aynı yemekten yemedikleri, aynı araçla seyahat etmedikleri ve Belem Tatlıcısı’nın önünde sürekli uzun kuyrukların bulunduğu gibi… Yeni kimlik oluşturmak için fena gayret olmasa da, bu ancak mutfak kültürü olmayan, damağı laboratuarda üretilmiş hissi veren hazır yiyeceklere alışmış bir Batılı için etkileyici olabilir.

Göz kırpıyorsa bir yerlerde bir medeniyet, orada ya hâkimdir, ya mahkûm. Portekiz’den İslam Medeniyeti’nin izlerini süpürüp atsanız geriye bir Atlantik, bir de koskoca bir varoş kalır.

Pena Sarayı. Endülüs’ten asırlar sonra yapılmış olmasına rağmen Arap ve Türk İslam sanatlarının etkilerini taşıyor. Ahşap işçiliği, tavan süslemeleri, çiniler, vitraylar, kemerler, tonozlar, sütun başlıkları…

Mavi ve tanıdık motifli çinilerle kaplı dış cephesi, sarı boyalı kuleleri, içindeki süslemeleri ve dekorasyonu ile Pena Sarayı, bir masaldan hatırda kalan yarım yamalak bir sahne gibi.

19. yy. ait Pena Sarayı’nda ilginç bir restorasyon çalışmasına denk geldik. Duvarlar sıvanmış, boyanmış. Sadece mermer sütunlar açıkta bırakılmış. Sıvaların kırık yerlerinden elektrik kabloları görünüyor. Ahşap kapı rahat açılabilsin diye tavandaki mermer kemerin kenarı üçgen şekilde kesilmiş.

Lisbon ve Sintra’da tarihi bir kaç saray ve kilise var. Saray diyorlar ama bence bunlar şato olabilir ancak. Onlar da tepelerin zirvelerine kurulmuş. Tepeler çok yüksek dağ denebilir. Gözetleniyormuşsunuz hissi veren bu saraylardan sadece Pena Sarayı’na çıkabildik. Ormandan uzun ve oldukça yorucu bir yürüyüşten sonra ulaşabildik.  Öbürlerine gözümüz de kesmedi zamanımız da yetmedi.

Lisbon’daki Jeranimo Manastırı da 16. yüzyıla ait devasa bir yapı. Loş bir ortamı olmasına rağmen abartıya kaçtığı hissi veren altın süslemeler dikkatimi çekiyor. Girişte iki lahit karşılıyor sizi. Kaşif Vasko da Gama ve Portekiz’in milli kahramanı şair Camoes’in mezarları…

Okyanus ülkesi olması hasebiyle deniz ürünleri sık sık göze çarpıyor. Dümdüz arazileri ve işlenmiş tarlaları görünce burada tarımın da önemli bir yeri olduğunu düşünmüştüm. Ancak sokaklar deniz kültürünü ve turizmi gayet iyi yansıtsa da tarıma dair bir emare görünmüyor. Belki tarımın sanayiye yönelik oluşu, belki hazır yemek alışkanlığı sebep olarak düşünülebilir. Gözle görülür bir yemek kültürleri yok. Taze meyve ve sebzelerin marketlerin küçük bir reyonunda otantik eşya gibi sergilenmesi bu meyanda dikkat çekici. Oysa şehir kültürünün çok önemli bir ayağıdır, yemek kültürü.

Sintra ve Colores oldukça yeşil ve sakin. Büyük şehir olmasına rağmen başkent Lisbon da sakin sayılabilir. Gün akşama dönmeye başlayınca şehir de öteki yüzünü göstermeye başlıyor. Kalabalık sokaklarda uyuşturucu satıcıları gibi tekinsiz tipler beliriveriyor. Gayet rahat tavırlarıyla göze çarpıyorlar.

Trafiğe kapalı sokaklarda geç saatlere kadar açık mağazaların ortasında restoranların masaları, Batı’ya ait yemek ve içki kokuları, kalabalıkların ilgi odağındaki sokak şarkıcıları ve showmenler, çılgınca eğlence, müzik, kahkaha, hoplama-zıplama, bağırışlar, gürültü-patırtı… Kadınlar, erkekler simsiyah bir örümceğin yapışkan bacakları gibi karmakarışıklar… Zaman zaman patlayan kavgalar, nereden çıktığı belli olmayan ağır abi birkaç polis… Batı klasiklerinden hafızamda kalan sahnelerin tecessümü diye aklımdan geçirsem de buranın Avrupa’nın varoşu olduğu kanaatim hep öne çıkıyor.

Latest posts by Abdurrahman Karakaş (see all)

Bu yazı yorumlara kapalı.