Küçüktü, çok küçük… Belki sekiz, en fazla on… Etrafına hayret dolu gözlerle bakıyor, herkesi ve her şeyi sanki ilk defa görüyormuşçasına süzüyordu. Koca koca evler, ağaçlar, insanlar… Dünya ne kadar da büyüktü böyle.
Bayram günü. Eş dost bir arada. Bayram olmasına rağmen insanlar niçin hiç gülmüyorlardı bilemedi. Geçen ayki cenaze kalabalığı küçücük zihninde canlandı. Otuz yaşında elim bir kazada hayata veda eden amcasını hatırladı. Gözleri amcasının karısını aradı. Kucağında küçük oğlu olduğu halde bir köşede ağlarken gördü onu. Üzüldü bu duruma.
Bir ara gözü diğer amcasına takıldı, sonra onun yanında oturan mütevazı karısına ilişti gözleri. Sen söyle kırk, ben söyleyeyim kırk beş yaşlarındaydılar. Ne kadar da büyük görünüyorlardı. Yorgundular. Bir o kadar da bitkin. Belli ki dünya ile baş etmekte zorlanıyorlardı.
Kırk, kırk beş yaş iyi yaştı hani. Yolun yarısından fazlası nihayete ermiş. Hiç bu yaşlara gelmek istemezdi her nedense. Hep çocuk kalmaktı tek hayali. Büyüyünce yaşlanmaktan, yaşlanınca ölmekten korkuyordu. Ölmek için yaşlanmak gerekmiyordu; ama o böyle inandırmıştı bir kere kendini.
Odadaki kalabalık bir süre sonra dağıldı. Herkes işine gücüne daldı. Çocuklarda her zamanki neşe, büyüklerde her zamanki hüzün…
Eşinin, “Haydi bey, ne bekliyorsun.” sözüyle irkildi, kendine geldi. İyi kötü pek çok hatırasının geçtiği büyük odanın önünde durmuş, bir süre öylece bakakalmıştı. Belli ki her baktığı yerde bir şeyler vardı. Ve o baktıkça zihninde canlanıyordu geçmişi. Karar vermiş ve memleket yolunu tutmuştu bu bayram. İlk gün olamasa da üçüncü gün köydeydi.
Arabadan indi. Doğruca amcasının evine yöneldi. Misafir odasında otururken buldu onları. Malum gelen giden… Önce yaşlı amcasının elini öptü, sonra yengesinin. Uzun zamandır görmüyordu onları. İki güzel ihtiyar… Yüzünde sakalı, elinde tespihi, titreyen elleri, solgun gözleriyle amcası… Ondan biraz daha dinç görünen, daha ümitvar ve neşeli yengesi. Kadınlar hep böyle oluyordu galiba. Erkekler çok çabuk kabullenirken yenilgiyi onlar son ana kadar direnirlerdi. Nereye kadar. Onu da Allah bilir.
Allah’ın sırrı… Her ne olursa olsun yaşlanmışlardı işte. Gözleri toprağa dönmüştü artık. Yaprakları dökülmüş, kurumuş bir ağaç gibi görünüyorlardı. Dokunsan ağlayacak gibiydiler. Öylesine hassas.
“Nasılsın amca?” sorusuna verilen “Allah bugünümüzü aratmasın, doksan yaşından sonra daha ne olsun oğul. Allah sonumuzu hayretsin” cevabıyla irkildi. Amcası ne zaman doksan yaşına değmişti. Daha dün kırk yaşında değil miydi? Sitem dolu sözler işitti onlardan. Zira köye gelmeyeli epeyce bir vakit olmuştu. Uzun muhabbetlerin ardından başka ziyaretlere gitmek gayesiyle müsaade istedi.
Ayağa kalkıp kapıya yönelecekken onlara biraz harçlık vermek niyetiyle elini cüzdanına attı. Bu arada gözleri cüzdanın ön kısmındaki şeffaf bölümde duran kimliğine takıldı. Alt taraftaki doğum tarihi dikkatini çekti.
01.01.1950
Dilinden, “Ben ne zaman altmış yaşını geçmişim!” ifadeleri döküldü.
Ansızın ürperdi. Ayakları birbirine dolaştı. Durdu. Yüzü donuklaştı. Yere baktı. Cümleleri devrikleşti. Sustu. İlk fırsatta dışarı çıktı. Kapının önünden etrafa baktı uzun uzun. Kısa cümleler kurdu içinden. Uzun cümlelere cesaret edemedi zira.
Doğduğu ev şuracıktaydı. Evin ilk evladıydı. Bir mutluluk, bir neşe… Etrafa yayılan gülücükler. Ağızdan çıkan ilk kelime, ilk adımlar… Güvenli liman anne, koruyup kollayan dağ gibi baba… Sonra kardeşleri… İyiden iyiye artan, dolup taşan huzur… Biraz büyüyünce sokağa taşan eğlence…
Sonrası okul… Hemen yukarıdaydı. Olduğu gibi duruyor. Hiç değişmemiş. Kapısında kilit… Öğrenci yokluğundan kapanmış. Neredeydi o siyah önlüklü, beyaz yakalı, lastik ayakkabılı, güneş yanığı yüzleriyle çocuklar? Gelirler mi bir daha bir araya? Koşarlar mı okulun bahçesinde oraya buraya? Ziller çalar mı bir daha? Bayrak hâlâ dalgalanıyordu ama bu arada. Bu güzeldi işte… Dalgalandırana şükür… Çok şükür… Sadece O bilirdi hâlimizi de gerisi boştu zaten.
Arkadaşlarıyla oyunlar oynadığı harmanlar hiç değişmemiş. Bahçeler, tarlalar her zamanki gibi. Çağırsa gelir mi arkadaşları acaba? Gelseler yine oyun oynarlar mı onunla? Çelik çomak, saklambaç, kayış kızdı, kör ebe…
Askere gitmek için minibüse bindiği meydan aşağıdaydı. İlk gurbet, ilk hasret… Geçmeyen günler, hiç gelmeyecek sanılan teskere… O da gelir, o da biterdi nihayetinde. Bitti de.
Düğünü daha dün gibi aklındaydı. Hayatının en güzel günleriydi nihayetinde. Unutulur mu? Unutulmaz tabii… Kapıya bacaya sığmayan muazzam bir kalabalık… Davul ve zurna… Halay sonra… Düğün yemeği bir de… Her günün bitimli olduğu gibi o günler de çabuk geçerdi. Akşamlar sabaha, sabahlar akşama ererdi bir bir. Bu böyleydi.
Mini mini elleri, tatlı tatlı bakışlarıyla evlatları… Peş peşe. Tam dört tane… Geçim derdi, rızık endişesi akabinde… Mecburen köyden ayrılışı sonra… Şehir hayatı… Ekmek aslanın ağzında… Çileli geçen günler… Kesmeyince yurt dışı…
Üç beş gün önceydi de bu gidiş, bugün dönmüş gibiydi sanki. Dile kolay. Bir ömür geçmiş de sessiz sedasız farkında değildi. Başa sarılmış kaset gibi bir hayattı yaşadığı. Mekânlar aynıydı da kahramanlar değişiyordu sürekli.
Dünya hayatı neydi ki. ‘Oyun ve eğlence’, ‘mal ve evlat biriktirme yarışı’, ‘uzunca bir yolculukta bir ağacın gölgesinde dinlenilecek kadar kısa zaman dilimi’… Okuyana, okuduğunu anlayana… İnsan ve dahi bütün yaratılmışlar için fanilik mukadderattı ve de mutlaktı da baki olan yalnızca Allah’tı.
Vakit ikindiye doğru yaklaşıyordu. Bir süre hesapsızca yürüdü toprak yollarda. Dere kenarındaki çeşmenin soğuk suyundan içti. Biraz olsun kendine geldi. Karşı yamaçtaki yaşlı çınarın gölgesine oturdu. Sırtını ağaca dayadı. Sustu. Donuk gözlerle sadece baktı.
Hanımıyla bir başlarına kalmışlardı birkaç yıldan beri. Çoluk çocuk darma dağınık olmuştu birdenbire. Param parçaydılar. Yanlarına uğrayan şöyle dursun arayan soran dahi kalmamıştı. Oysa o evlatları için ömrünü heba etmişti. Şimdiki aklı olsa muhtemelen terk etmezdi buraları.
Bir ara gözleri yıkılıp viraneye dönen evlerinin eski yerine takıldı. Oraya şöyle iki katlı bir ev yapma fikri geçti aklından. Para vardı nasıl olsa. Sonra kendi çapında bağ bahçe, tarla tapan işleri… Daha ne istesin… Hem buna eşi de çok sevinecekti. Zihnindeki bu güzel düşüncelerle bir süre meşgul oldu. Çocukça bir heves ve neşeyle “Tamam, oldu bu iş!” dedi içinden. Oturduğu yerden heyecanla kalktı. Uzun zamandır ilk defa bu kadar ümitlenmişti. Hemen bu fikri eşine açmalıydı. Ağzına bir türkü tutturdu ve yine etrafı seyre dalarak kendisini bekleyen eşine doğru hareketlendi.
Herkes ve her şey ne kadar da küçük görünüyordu gözüne. Evler, ağaçlar, insanlar… Dünya ne kadar küçüktü böyle ve ömür dediğin nasıl da geçiyordu.
Latest posts by İbrahim Kaya (see all)
- Dilde Birlik - 26 Kasım 2017
- 18:06 - 5 Ekim 2017
- Ömür Dediğin - 6 Eylül 2017
Bu yazı yorumlara kapalı.