"Enter"a basıp içeriğe geçin

Virane*

– Efendim yüzüme baktığınızda gördüğünüz sûret nedir?
– Sıradan bir insan sûreti.
– Lütfen efendim söz vermiştiniz, gizlemeyecektiniz, söyleyin.
– Kırılmaca yok ama.
– Yok.
– Bir merkep görünüyor. Güzel gözlü bir merkep.
Merkep kelimesini duyar duymaz düşüncelere daldım. Önce köpek, sonra karınca, şimdi de merkep. Nasıl bir kişiliğim vardı böyle. Bütün hayvan sûretlerinde gezecek olmaktan gözüm korktu. Bu hayvan sûretleri neden yüzümde görünüyordu. Nasıl kurtulacaktım bunlardan. Kendimi sorgulamaya başladım. Ama kendimi sorgulamak için kendimi bilmem lazımdı. Neyi sorabilirdim ki kendime? Yüzümde bir eşek sûreti oturmuş duruyordu işte. Düz mantık yürüterek nasıl bir eşeklik yaptığımı düşündüm. Bir şey bulamadım. Başımı kaldırıp son kez ermişin yüzüne bakmak istedim. Başımı kaldırdığımda ne ermiş vardı karşımda ne de mağara. Dağın yamacında buldum kendimi. Ayaklarıma iddiayı kaybettiğinden ötürü üzgün olduğumu söyledim. “Baştan belliydi” dedi, “eğer başını vermeye razı olsaydın olurdu işin.”
Şimdi nereye götürülecektim merak ediyordum. Artık heyecanımı kaybetmeye de başlamıştım. Hâlâ bu alemin yabancısıydım ama yabancılığa da alışmıştım. Yabancılığa alışan insan yabancılıktan kurtuluyor değil. Yaban, çölden gelene denir. Ben nereden geldim bu aleme? Bir çeşit çölden geldim. Tersine bir çöl. Çölün vasıflarını say parmaklarınla. Yetmez gerçi parmakların ama o kadar vasfını saymış ol şimdilik. O vasıfların tam zıttı benim geldiğim yer.
Dağın yamacında amaçsızca dolaştım. Bu şehre geldiğimden beri ağzıma bir lokma koymuş değildim. Bunun sebebini hiç merak ettin mi? Ben neden hiçbir şey yemediğimi merak etmedim. Şimdi yalnızca hatırladım. Burada bir şeyler yiyenleri de görmedim. Yok hayır melekler alemi değil burası. Öyle zannetme. Ama melekleri kıskandıracak adamlar da yok değil.
Bazen şehir bazen âlem diyorum. Sen de bazen şehir olarak anla bazen âlem. Zaten ikisi de birbirinin içindedir. Bir oda bile bazen bir âlem olarak anılabilir.
Dağın yamacında bulunduğumu söylemiştim. Oradayım hâlâ. Dağın etrafında yürümeye karar verdim. Kocaman bir yuvarlak çizmeye. Bir dağın nelere sahip olabileceğini merak ettim. Yürüdüm yürüdüm. Ayaklarımdan hiç ses gelmiyordu. Yorulmuşlardı herhalde. Bu iyi bir taktiktir. Askerleri de yürütürlermiş böyle. Duran su kokar. Kokmasın diye yürütürlermiş.
Benim ayaklarım da durduğunda kokuyor. Yürüdüğümde de kokuyordur ama durduğumda daha çok kokuyor. Kokmaması imkânsız. Günlerdir buradayım ve bir an olsun ayakkabılarım çıkmadılar ayağımdan. İlginç bir şey daha söyleyeyim, bu âlemin akşamını hiç görmedim. Akşamı görmeden günlerdir burada olduğumu nasıl bilebildiğimi de anlayamadım. Şuradan hesaplamış olabilirim. Başımı göğe çevirdiğimde güneş hep tam tepede. Nice hadiseler geçiyor ama güneş hâlâ aynı yerde. O zaman her hadisenin ardından bir yeni gün geliyordur. Zaten normal bir şekilde sonuçlanmıyor hadise. Gözüm yumuluyor ve açtığımda bambaşka bir yerde buluyorum kendimi. Aslında geldiğim bu âlemin zaman mefhumuna fazla takılmamam gerekli. Zaman başlı başına anlaşılmaz bir şeyken akıl almaz bir âlemin zamanını hesaplamaya çalışmak benim için ağır bir ödev olur.
Dağı enlemesine en alt seviyesinden gezdiğimi söyledim. Yani yamacını. Bulunduğum yerden yaklaşık olarak bir saatlik mesafede bir köy görünüyordu. Oraya gitmek istedim. Çünkü yolumun üzerindeydi. En azından içinden geçmem gerekirdi köyün. Fakat biraz dinlenmem gerekiyordu. Çünkü hakikaten epey yorulmuştum. Birazcık kestirmek istiyordum ama gözümü nerede açacağımı bilemediğimden bir parça da ürküyordum doğrusu. Gözlerim ağırlaşıyordu. Güneşe bakıp gözümü uyandırmaya çalışıyordum. Gözüm uyuyordu. Bedenim de ona eşlik etmek için sabırsızlanıyordu. Daha fazla direnemezdim herhalde. Direnmenin kelime manası da değişik bu şehirde. Çünkü hiçbir şeye karşı koyma kudreti bulamıyordum. Direnme=kendini madara etmek eylemi. Burada bir sözlük yapılsa direnmenin kelime karşılığı bu şekilde verilirdi sanırım.
Kendime bir yer buldum. Sırtımı verebileceğim ve kısacık uyuyabileceğim bir yer. Korka korka yumduğum gözlerimi kim bilir nereye açacaktım? Sen şimdi sormak isteyebilirsin, yemek yenmeyen bir âlemde uyku neden var? Ben de merak ettim. Madem uyku var, yemek de olmalı. Fakat ikisinin yokluğunun bana fazla geleceğini düşünmüş olabilirler. Uykunun bana has olduğunu nereden mi çıkarıyorum? Çünkü kimseyi burada uyurken görmedim. Hep güneşin tepede olduğu zamanlarda yaşadığım için görmemem gayet doğal mı diyorsun? Haklısın evet. Her neyse uyuyorsalar Allah rahatlık versin, uyumuyorsalar da Allah rahatlık versin. Rahatlık mühim çünkü.
Yaslandığım taş çok sürmeden ısındı. Güneşin tam karşısında olmasına rağmen serin bir taştı. Çok sürmeden ben de uykuya düştüm. Uyku denirse ona. Gözlerimi açtığımda yine başka bir âlemde buldum kendimi. Artık gerçekte hangi âleme ait olduğumu bilmiyordum. Üst üste yığılmıştı âlemler. Buradan çıkmanın herhangi bir formülü var mıydı? Bilmiyordum. O kadar çok bilmiyordum ki burada yazdığım bilmiyordum’lar onun yalnızca yüzde biri.
Gözümü bir viraneye açtım. Yakışıklı bir adam ama yaşı biraz ilerice, bir taş üzerinde güzel bir şarkı söylüyordu. Aslında türkü de olabilirdi. Belki de ilahiydi. Aman ne olduğunu bilen bilir güzel bir nağmeydi işte.
Mescid ü meyhanede, hanede, viranede
Kâbe’de puthanede çağırıram dost dost
Sesi o kadar güzeldi ki takıla düşe yanına vardım. Selam verdim, mukabele etti. Önüne bakmayı sürdürdü. Bense her zamanki cıvıklığımla seslendim ona;
– Hey daha ne düşünüyorsun. İşte geldim. Ben senin dostun olurum.
İçinde bulunduğu halden ayırmış olsam da kızmadı, yüzü değişmedi. Pardon değişti ama olumlu manada. Küçük bir gülümsemenin ardından;
– Seni çağırmadım ama seni gönderdiyse kabul edeceğiz mecbur.
– Beni kimin gönderdiğini biliyor musun?
– Biliyorum da sana söylemem. Geldin işte keyfini sür.
– Viranenin keyfi mi olurmuş Allah aşkına. Biraz önce senin nağmelerinle şendi ama şimdi it bağlasan durmaz buralarda.
– Biz duruyoruz ya aşk olsun.
– Yav üzerine alınma, sana bir şey dediğim yok. Ama durumu sen de görüyorsun.
– Defineye malik viraneler var.
– Peki bu viranede?
– Burada da var ama görene.
– Görünmeyen defineden bana ne.
– Evet sana ne. De bakayım kimsin? Nedir adın? Nereden gelir nereye gidersin?
– Adımı bilmiyorum. Her an değişiyor. Kim olduğumu da dolayısıyla bilmiyorum. Bir adım olsaydı oradan hareketle kim olduğumu çıkarmaya çalışırdık. Nereden gelip nereye gittiğim ise daha da karışık. Çünkü nereden geldiğim art arda düştüğüm yollar unutturdu. Nereye gittiğimi ise ben belirlemiyorum. Bir an bir yerde başka bir an başka bir yerde buluyorum kendimi. Rüzgara tutulmuş bir yaprak gibiyim. Başımı unuttum, sonumu bilmiyorum.
– Güzel.
– Güzel mi? Yav neresi güzel bunun Allah’ını seversen?
– Rüzgâr önüne kattıysa seni senden bir şey yapacaklardır. O hafifliğe erişmek kolay bir şey değil.
– Sen de mecaz konuşuyorsun. Bu arada sen diyorum, kusurumu bağışla. Kiminle nasıl konuşmam gerektiğini de unuttum iyice. Dilersen daha kibar olmaya zorlayabilirim kendimi.
– Yoo, hayır. İyi böyle. Kendini benim için bir şeye zorlamana gerek yok. Yolculuğun boyunca neler gördün anlatmak ister misin?
– Anlatmayayım da kısaca bahsedeyim istersen.
– Öyle de olur.
– Kendimi sürekli yolculuk halinde buluyorum ve bir şeyh arıyorum. Bu arayışlarımın bir nihayeti olmayacak gibi. Kime rastladımsa beni istemedi. Üstüne bir de her biri başka bir hayvana benzetti beni.
– Kaç hayvan gezdin?
– Nasıl yani? Anlamadım.
– Yani kaç tane hayvana benzettiler seni?
– He tamam. Önce köpeğe benzettiler, sonra karınca en son da eşeğe benzettiler.
– Bir yol üzeresin en azından.
– Hayra mı çıkar şerre mi çıkar sence?
– Her türlü hayra çıkar ama senin için neticesi hayır mı şer mi olur bilemem. Olanda hayır vardır.
– Yok hiç de öyle değil. Ben öyle düşünmüyorum.
– Senin bu şekilde düşünmemen olanın hayır olduğu gerçeğini değiştirmez. Sen başka türlü düşünebilirsin. Serbestsin. İstersen hiç düşünme. Onda da serbestsin.
– Sen de benimle eğleniyorsun.
– Yoo eğlenmiyorum. Estağfirullah. Seni samimi buldum. Kabul edersen bir şeyler söylüyorum. İstersen susayım.
– Hayır susma. Ben sorayım sen cevapla.
– Kabul ama yalnızca bir soru sorabilirsin.
– Neden?
– Ben de sana sorayım o zaman: Neden daha fazla sormak istiyorsun?
– İnsanları tanımak için bazı soruları sormak gerekir o yüzden.
– Beni tanımana gerek yok. Nasılsa yol üzeresin. Hızla koşarken gözüne çarpan bir resim olarak kalsam daha iyi.
– İyi madem öyle olsun. Sorumu soruyorum.
– Buyur sor, bekliyorum. Ama iyice düşün. Cevabı sana fayda sağlayacak bir şey sor. Çünkü yalnızca bir hakkın var.
– Tamam tamam. Benim buralarda öğrenmek istediğim bir şey var. O da şu, kendime bir şeyh bulmam için ne yapmam lazım?
– Aferin güzel soru sordun. Keşke bir şeyh olsaydım da nokta atışı bir cevap verseydim. Fakat yine de iyi bir cevabım olduğunu düşünüyorum.
– Söylesene hadi.
– Edepli ol. Edebe sarıl. Edebi kuşan. O zaman her türlü işin görülür. Edep sahibi olan her türlü erdeme de sahip olur. Her zaman edepli olmak lazım. Çünkü edebi olmayanın hiçbir şeyi olmaz.
– Ben edepsiz miyim?
– Sen edebi, halka gösterilen saygı olarak ya da terbiye olarak kabul ediyorsun. Bu şekliyle sen tabii ki edepsiz değilsin. Birine edepsiz demişler. Adam da karşı çıkmış, hiç adeti olmamasına rağmen iddia etmiş ve edepsiz olmadığını söylemiş. Kendisini kimin edeplendirdiğini sorduklarında, “sufiler” diye cevap vermiş.
– Beni kabul bile etmediler.
– Her halin, her zamanın edebi başkadır. Önce bunu öğrenmelisin. Bir yerde edep numunesi olan şey başka bir yerde edepsizlik olabilir. Her şey gibi edep de zaman ve mekâna göre değişir.
– Her şey neden bu kadar zor? Elime aldığım her şeyin birçok yönü var. Her şey çok katmanlı.
– Zor değil. Ama hepten de kolay değil tabi. İnsanlar edep konusunda üçe ayrılır. İşi gücü dünya olanlar edebi halkın koyduğu bazı kurallara uymak şeklinde anlar. İbadete düşkün olanlara göre edep, nefsi ve bedenin uzuvlarını terbiye ederek ve şehveti terk etmektir. İnsanların en üst basamağındaki ariflere göre ise kalp temizliği, ahde vefa, kalbe gelen faydasız düşüncelere iltifat etmemektir.
– Bunlar yine benim boyumu aştı.
– Fakat çabalamadan hiçbir şey elde edilemez ki. Muhakkak sağlam bir gayret gerekli. Azıcık edebin, edepsiz çok ilimden daha iyi olduğunu söylerler. Eğer edep konusunda bir parça yol alırsan seni reddetmeyeceklerdir. Üç kısımdan birine tabi ol. Bana sorarsan ilk basamaktan başla.
– Ayağımı kaldırmaya dahi takatim yok.
– Yav o zaman senin neyine şeyh. Nereden attın kendini bu maceraya?
– Ben istemedim aslında. İsterken buldum kendimi. Sonra ayaklarımı beni bir şeyhe götürürken gördüm. Başım başka birine götürdü. Dedim ya rüzgârın önündeki yaprak gibiyim. Beni uçuran rüzgarsa yine benim. Yani benim olduğunu zannettiğim şeyler. İç savaş yaşayan bir ülke gibiyim. Hem paramparçayım hem de bir akrep gibi durmadan kendimi sokuyorum.
– Ne istediğini bilmelisin. Sadece bilmen yetmez tabi. Onun için mücadele etmelisin. Gayreti olmayanın eline hüsrandan başka ne geçer ki?
– Güzel söylüyorsun. İyi diyorsun. Ama insan içinde bazen hiçbir şey bulamıyor. Mesela kimi zaman olduğum yerde kalırım. Parmağımı oynatmaya takatim olmaz. Bir yere gitmek için yerimden kalkmak ağır gelir. Kalktım gittim diyelim. Bu sefer dönmek ağır gelir. Dediğin gibi bir insan olmayı bilsen ne kadar isterdim.
– Kendini değiştirme niyetin yoksa benim sana konuşmalarım fayda etmez. Sen ziyan olmuş bir hayatsın. Seni yıkıp baştan yapmalı. Fakat bu benim yapabileceğim bir şey değil.
– Kim yapar? Var mı bildiğin biri. Önce yıksın, dağıtsın beni. Sonra enkazımdan taze bir adam çıkarsın. Var mı öyle insanlar?
– Olmaz mı? Bu dünya neler gördü. Ölüyü dirilten adamlar yaşadı bu arzın üzerinde.
– Beni onlara götür o zaman.
– Hayır benim tanıdığım biri yok. Var mı böyle insanlar, dedin ya ona cevabımdı. Bilseydim kimdir bunu yapacak, birlikte giderdik.
– Bak sen de ben de aynı şeyi arıyoruz. Neden birlikte aramıyoruz.
– Ben seninle arkadaşlık edemem.
– Niyeymiş?
– Boş bir teneke gibisin sen. Beni hayatımda hiç konuşmadığım kadar konuşturdun. Kaç yıllık söz perhizimi bozdurdun. Ben yalnızlığı severim.
– Yürü oradan yalancı. Ben geldiğimde dost çağırıyordun. Tamam benimle arkadaşlık etmek istemeyebilirsin ama yalnızlığı sevdiğin yalan.
– Sen gerçekten çok boşsun. Bir insan nasıl bu kadar yaşar da bu şekilde boş kalabilir hayret doğrusu. İşin garibi ne iyi ne kötüsün. Her ikisi de olmaya meyyalsin. Umarım bir an önce geldiğin yere gidersin.
– Beni çok kırdın bilmiş ol. Hiç bu kadar harekete maruz kalmamıştım. Zaten ne yana düşse yolum orada hakarete uğruyorum. Galiba beni buralara haddimi bildirmek için getirdiler.
– Maksadım kırmak değildi. Kendini bilmeni istedim. Evet haddini bildirmek için getirmiş olabilirler. İnsan önce haddini bilir, sonra kendini bilir. Haddini bilirsen, kendini bilmeye başlarsın. İkisinden de mezun olduğunda bu aradığın adamlardan biri olursun. Bana müsaade. Bir baykuş gibi konup kaldığım bu viraneyi sana bırakıyorum. Defineyi bulursan senin olsun.
Kalktı gitti adam. Ben bunca konuşmamıza ve yer yer sürtüşmemize rağmen ilk gördüğümde dilinden dökülen nağmelerde kaldım. Sesinin güzelliği kulağımdaydı hâlâ. Konuşurken de güzeldi sesi. Hatta bana hakaret ettiğinde de numaradan bir tepki vermiştim. Bütün söylediklerinde haklıydı. Ona hak vermekten daha fazlasını yapabilmeyi isterdim. Ama isteyemiyordum.
Kalktım kendime yarım bir sütun buldum. Sırtımı yasladım ona. Amacım kendimi sıygaya çekmekti. Kendimi koydum önüme. Derin derin gözlerimin içine baktım. Baktıkça daha derine battım. Battıkça karardı etrafım. Galiba yine uyuyordum. Bir korku sardı tekrar. Kim bilir bu sefer nerede uyanacaktım? Çaresiz beklemeye koyuldum. Kara, koyu bir çukura düştüm.

*Ahmed Sadreddin’in Karac’oğlan üçlemesinin henüz yayınlanmamış ikinci kitabı Bir Yoksulluk’tan alınmıştır.

Latest posts by Ahmed Sadreddin (see all)

Bu yazı yorumlara kapalı.