"Enter"a basıp içeriğe geçin

Vuslat Aşkı Bitirirmiş

Otuz yıl önceydi ve güzel bir bahar günüydü. Zaman ikindi ile akşam arasını dengeliyordu. Ağaçların hayat fışkıran dallarında kuş cıvıltıları, bahçelerden esip gelen güzel kokularla tabiat en güzel günlerinden birini yaşıyordu. Yeşeren yapraklarda, tüten topraklarda, yamaçlardaki otlarda hep bahar gülümsüyordu.

Birkaç saat önce yağan yağmur, yeni yeşermiş dallarda çisentiler, toprak üzerinde mis gibi bir koku bırakarak savuşup gitmişti. Son ders zilinin çalmasıyla birlikte, annemin büyük bir özenle diktiği siyah bezden çantamı omzuma asmış, zaman geçirmeyi ister bir tavırlarla okulun merdivenlerini inmiştim.

Mahallemiz okula uzaktı.Ama şikayetçi değildim. Ortaokulum hiç bitmesin istiyordum. Evimize giden yol önce dik bir yamaca sarar, sonra kalın meşe ağaçları ile kaplı ormanın altı sıra kıvrımlaşarak uzar, bir saatlik bir yürümenin ardından küçük derenin serpildiği yerde sona ererdi. Yol boyu yalnız yürümeyi severdim. Kendi dünyamda kurduğum hülyalarla sarmaş dolaş olup uzun yolu tüketmeyi isterdim. Bu yüzden de mahalle çocuklarının uzaklaşmasını beklerdim.

Boz bulanık akan küçük derenin üzerindeki tahta köprüyü usul adımlarla geçmiş, köprünün başında bir heykel gibi duran yosunlu büyük taşa bakıp kalmıştım. Hergün karşıma çıkan bu taşa bu sefer ayrı bir ilgiyle bakmıştım. Üzerindeki yosundan taşın zamana karşı direnişini okumuştum. Yıllar yılı görev yerini terk etmeden kendisine biçilen rolün gereğini yaptığını hissetmiştim. Sorsam konuşur muydu? Hiç zannetmem. Zaten sır vermemek için ipeksi yosunlara bürünmemiş miydi? Ben böyle düşünürken önüme fırlayan Mehmet, hem hayal dünyamı yıkmış, hem de moralimi bozmuştu. Neden beklemişti? Benimle ne işi vardı? Bizim Mehmet haylaz biriydi. Bir  o kadar da uyanık ve akıllıydı. Ama onun gereksiz futbol muhabbeti ve alaylı sözlerleriyle bir saatlik yol çekilir miydi?

Mehmet her zamanki Mehmet değildi. Bu sefer masum bir çehreye bürünmüştü ve elini çeketin cebine atmış, ışıltılı bakışlarla beni süzüyordu. Onun nadir görülen bu mütevazı duruşuna şaşırmıştım. Yine de bir şey olacak tedirginliğiyle koltuğuna sıkıştırdığı çantaya ve cebine odaklandım. O duruşunu hiç bozmadan elini cebinden usulca çıkardı. Avucu içerisine bir şey sıkıştırmıştı. Çantasını yosunlu koca taşın yanına bıraktı. Avucunda bir adet gofret vardı. Gofretin yarısını kırıp bana uzattı.

Şaşkınlığım küçük derenin çağıltısına karışıp gitti. İkimiz de aynı anda gofret kırığını ağzımıza attık. Tarifi imkânsız bir tat vermişti bana. Bir çırpıda yediğimiz gofret sonrası bakışlarımız aynı noktada kesişti. Onun da benim gibi düşündüğünü bakışlarının derinliklerinden okudum.

Gofreti ona kim vermişti veya nereden buldu? Bugün ya da yarın belkide bir daha..  Bir gofret daha bulup yiyebilme şansımız yoktu. Babalarımızdan öyle her gün harçlık alamazdık. Zaruri ihtiyaçlarımız dışında para veremezlerdi. Okulda durumları nispeten bizden iyi olanlar teneffüs ve yemek paydoslarında Hacı Arif Amca’nın dükkânından şeker çikolata alırlardı. Biz de onları sinsi birer avcı gibi duvar köşelerinden izlerdik. Zengin çocukları çikolata yalarken, bizim ağzımızdan sular şapır şapır yere damlardı. Yaşadığımız bu ruh halini bir eli yağda, diğer eli balda olanlar anlayamazlar. Yıllar geçse de bir okulda gördüğüm teneffüs ya da öğle paydosu yüreğimdeki o buruk hüznü acı bir sızıya dönüştürür. Her şeye rağmen onurlu duruşumuzu bozmamış olmak da neşter vurur yüreğime. Bizim okul boyunca bir gofret alacak kadar paramız hiç olmadı. Peki; Mehmet bunu nereden bulmuştu?

Önce keskin bir şekilde çakışan, sonra ümitsizce yere düşen bakışlarımız bu sorunun cevabını arıyordu. İçimizdeki ümitsiz feryadı derenin akışına vererek ne kadar bekledik, neler düşündük bilemiyorum. Sadece Mehmet’in birden bana dönüşünü ve çıkışır gibi sarf ettiği şu sözleri hatırlıyorum:

–  Büyüyünce çok çalışacağım çok para kazanıcağım eğer bir gün çok param olursa  bir kutu gofret alıp doya doya yiyeceğim. Ahdım olsun.

Yıllar geçti o güzel anılarla dolu çocukluğumun üzerinden,hayatın bütün yükü ve heybeti omuzlarımda sevdalı baharları yad ederek…

***

Duru bir güzellikteki gökyüzünü ve onun altında duran karşı yamaçları seyrediyorum. Kartal başlı iri yosunlu kayanın yanına bıraktığım kutuya bakarak Mehmet’i bekliyorum. Kendisi okudu savcı oldu. İzine gelmiş, köyde imiş. Telefonla aradım, yarım saate gelirim dedi. Dere yine şırıl şırıl, yıllar geçse de taviz vermeden menziline akıyor. Karşı tepeler yine aynı. Yeşil örtü altında hayat fışkırıyor üzerlerinde.

Ben böyle yarı tefekkür halindeyken yanımda lüks bir araba durdu. İnen Mehmet’ti. Ağır aksak indi. Paltosu yerleri süpürüyordu. Bakışları kibirli, duruşu mağrurca idi. Dudak bükerek selam verdi:

– Hayırdır İnşallah, beni buraya çağırmanda bir anlam olmalı. Dedi.

Durumu pek hoşuma gitmemişti. İnsan büyüdükçe küçülmeyi bilmeliydi. Makamlar yükseldikçe gönül alçalmalıydı. Bizim Mehmet’te böyle bir şey göremedim ama benim derdim bu değildi, vakit kaybetmeden konuya girmem gerektiğini düşündüm.

– Mehmet Bey, şu kartal başlı koca kayayı hatırlıyor musun? Ya da bu kaya sana bir şeyler hatırlatıyor mu? Dedim.

Çok fazla düşünmedi. Küçümser bir edayla dudak büktü.

– Hatırlamaz olur muyum? Az mı taş parçaladık üzerinde. Çamur sıvayıp yazılar yazdık gövdesine. Bu yüzden okul müdürünün bizi kovaladığını ve yakalanınca yediğimiz tokatları nasıl hatırlamam.

Aradığım cevabı bulamamıştım. Bu görüntüye göre de Mehmet Bey benim istediğim cevabı ebediyen veremezdi. Sordum:

– Şu kutuyu görüyor musun?

– Evet, görüyorum, ne var içinde?

– Sizce ne olabilir?

Yüzünün rengi değişti. Bakışlarına bir hüzün çökmüştü. Başını usulca önüne eğmesinden bir şeyler hatırladığını anladım. Ellerini cebinden çıkararak deminki mağrur duruşunu bozdu. Nefesini hiç bırakmayacakmış gibi tutmuş, bir bana bir de kutuya bakıyordu:

– Yoksa bu gofret kutusu mu? Diye sordu.

İkimizin de gözleri dolmuştu. Dişlerimizle dudaklarımızı geverek kendimizi ağlamamak için zor tutuyorduk. Dayanamadık, sarıldık. Çalıkların üzerine tüneyen kuşlar uçuştular. Karşı mahalleden bir köpek kesik kesik uludu. Hıçkırıklar derenin şırıltısına karıştı ve kimseler duymadı.

Mehmet bir çırpıda açtı kutuyu. Gofretleri birer ikişer yemeye başladık. Bir, iki, üç… Hayır, hayır biz o tadı arıyorduk. Dört, beş, altı… Yok, yoktu. Otuz yıl önceki damağımızda kalan tadı bulamıyorduk. Gofretleri tatsız tuzsuz yapmış olamazlardı. Gofret aynı gofretse, yıllar önceki tadı neden yoktu?

İçimizdeki duygu karmaşası bizi çıkmaza sürüklerken derenin karşısındaki okulda teneffüs zili çalmış ve okulun bahçesi cıvıl cıvıl çocuk sesleri ile dolmuştu. Tıpkı otuz yıl öncesi gibiydi. Hemen ip atlamaya başlayan kızlar, takım kurup kısa sürede futbol maçına başlayan erkekler. Kovalamacalar, bağrışmalar… Çocukların sesleri derenin şırıltısını yine bastırıyordu.

Mehmet yerden kutuyu alıp koltuğuna yerleştirdi. Bana gülümseyerek baktı. Bakışlarında, bir kış sonrası bahar dalları gibi arkadaşlığımızın yeniden yeşerdiğini hissettim. Başı ile işaret ederek okulu gösterdi:

  • Haydi, gofret kutusunu okula götürüyoruz, dedi.

Latest posts by Fehmi Demir (see all)

Bu yazı yorumlara kapalı.