"Enter"a basıp içeriğe geçin

Yanılgı

Hava, su, toprak… Cemreler peş peşe… Baharla birlikte yavaş yavaş hoş olan gönüller, yerine gelen keyifler. Canlanan tabiat, yeşeren umutlar sonra… Ve nihayet yaz… Kendini hissettirmeye başlayan sıcaklık… Dünyanın çekiciliği kuşatır iyiden iyiye herkesi ve her yeri. Unutur insan bir süre fani olduğunu da kibirlenir ardından ve “Ben” demeye başlar. “Ben kazandım, ben yaptım, ben…” Oysa daha yeni çıkmıştır kıştan. Beyaz bir çarşaf gibi her tarafı kaplayan kar hatırlatmıştır ona çaresizliğini. Ama geçmiştir artık ve onulmaz yaralar kabuk bağlamıştır. İnsan ve nisyan… Ne kadar da tanıdıklar birbirlerine.

Üç beş gün kafa dinleme hesapları… Memleket yolu… Ağaç gölgesi, semaverde çay, mangalda et… Eş dost ile muhabbet sonra… Kumsal, sahil ve deniz var bir de isteyene… İkincisi daha çekici gelir unutkan insana hatta. Ümit, Cemal ve Murat… Kafaya koymuşlar, gidecekler. Herkes gibi olacaklar. Memleketin değil denizin yolunu tutacaklar bu sefer. Oysa hiç de bilmezler buraların usulünü, erkânını… Varsın bir kere de böyle olsun bakalım. Merak işte, insana neler yaptırmaz ki…

Gidecekleri yeri kararlaştırdılar. Hiç zaman kaybetmeden biletleri de aldılar. Günü ve saati gelince otogarın yolunu tutular. Otobüs geldikten sonra yerlerine oturdular ve o çok merak ettikleri Ege’ye doğru yolculuk başladı. Eskihisar’dan Yalova’ya araba vapuru ile aheste aheste ilerlerken tatile çıkmanın havasını yavaş yavaş hissetmeye başlamışlardı bile. Susurluk’a gelince mola verdiler.

Ah, şu dinlenme tesisleri yok mu? Ne hoş, ne güzel yerler. Gurbet ile sıla arası. Kavuşma ile ayrılma bir arada. Gecenin serinliği arasında aşağıya inip biraz dolaştılar. Etraftaki yüzlerde ya hüzün ya da sevinç vardı. İkisinin ortası yok gibiydi.

Bir müddet sonra anons duyuldu ve tekrar yerlerini aldılar. Güneşin ilk ışıklarıyla birlikte de Ayvalık’a vardılar. Yol üstündeki bir çay bahçesinde kahvaltı yaptılar. Biraz dolaştıktan sonra kalacakları yeri ayarladılar. Beş günlük… Günlerden pazartesi… Nasipse cumartesi sabah dönülecek… Hafta sonunun kalabalık olacağı düşüncesindeler.

Ne hikmetse havalar serin ve bu münasebetle de deniz neredeyse boş… Günde iki kere gözlerden uzak bir yerde denize giriyorlar, akşamları çıkıp biraz dolaşıyorlardı. Yemekleri genelde kendileri hazırlıyorlardı. Ümit bu işte çok mahirdi. Kaldıkları yer apartman dairesi olduğu için her şey ve her imkân vardı. Alışveriş işi Murat’ın… Temizlik işleri Cemal’e…

Tatilin ikinci günü kumsalda vakit geçirirlerken esmerce bir delikanlı “Paskalya Simidi! Paskalya Simidi!” diye bağırarak yanlarına kadar geldi ve tezgâhı yere bıraktı. Çok gariplerine gitti bu sevimsiz ifade. “Acaba bu ‘Paskalya Simidi’ ne ola ki?” dediler birbirlerine. En iyisi sorup öğrenmekti. Bir işaretle simitçi iyice yanlarına yaklaştı. “Kardeş bu Paskalya ne demek?” dedi Ümit. “Valla bilmiyorum abi!” dedi ve ekledi simitçi, “Herkes öyle diyor ben de aynen bağırıyorum!” Murat lafa karışarak, “Sen yine de bilmediğin şeyi söyleme kardeş!” dedi. Önce biraz afalladı, yüzünün rengi değişti ve sonra kızar gibi oldu genç. Toparlandı gidiyordu ki Ümit, “Neyse, sen bize üç tane ver!” dedi ve simitleri aldılar. Ağızda bıraktığı tadın bizimkilerden hiçbir farkı yoktu aslında. Parasını alan simitçi kendi kendine konuşarak uzaklaşmıştı bu arada.

Epeyce bir vakit geçmişti ki Cemal, önlerinden “Ice Cream” yazan küçük bir teknenin geçtiğini fark etti. Ümit’e onu gösterdi. Gülüştüler. Ice Cream bildiğimiz dondurma. Pes doğrusu! Yan tarafa baktıklarında da yabancı uyruklu bir adam gördüler. Uzanmış yatıyordu. Oh ne âlâ… Kendi memleketi gibi…

Dün karşılaştıkları ihtiyar bir amca “Burası Yunanistan’dan farksız gençler!” demişti de inanmak istememişlerdi. Gerçekten de öyleymiş. Değişik tiplerde ve renklerde insanlar… Tuhaf olan yanı ise bizim insanlarımızın da onlara benzemesiydi. Sarıya boyattığı saçları ve giydiği elbiselerle simitçi bile… Etraftaki dükkânların tabelaları hep yabancı isimlerle doluydu. Sağdan soldan gelen müzikler bile onlara özgüydü.

Bunlardan başka hiç de hoş olmayan pek çok manzara ve vaka ile karşılaştılar birkaç gün içerisinde. Boş bir merak neticesinde geldikleri bu yerden epeyce rahatsız olmuşlardı. Zaten havanın ısınmasıyla birlikte deniz tamamen dolmuş, yüzebilecekleri müsait bir yer kalmamıştı. Denize de girmediler sonraki günler. Sayılı gün çabuk geçer derler ya. Öyle de oldu. Dört gün geldi, geçti. Beşinci günü beklemeden dönüş biletlerini aldılar. Bu işe en çok daire sahibi sevindi ve hatta akşamdan yeni müşterisini buldu.

Yola çıkacakları günün akşamında bir şeyler atıştırmak gayesiyle kendilerince uygun olduğunu düşündükleri bir lokantaya girdiler. Çok güzel bir yaz akşamıydı. Bahçedeki müsait bir masaya oturdular. Garsona siparişlerini söyleyip bir süre etrafı seyre dalmışlardı ki bahçenin diğer köşesinden yükselen sesler dikkatlerini çekti. Üçü de gayri ihtiyari yönlerini o tarafa döndüler.

Masada oturan bir çift garsonla konuşuyorlardı. El kol hareketlerinden anlaşıldığı kadarıyla bir şeylerden rahatsızlık duymuşlardı. Kadının ara sıra yükselen “Bunlardan hiçbir yerde rahat yok artık!” ifadeleri kulaklarına çalındı. Talimat alan garson çok istekli olmasa da bahçe kapısına doğru yöneldi. Yan tarafa dolandı. Rahatsızlıklarını dilen getiren çiftin masasına yakın bir yerden içeriye doğru bakan iki çocuğun yanına gitti. Onları oradan uzaklaştırıp tekrar görevinin başına döndü.

Gördükleri bu acı manzarayı içlerine yediremeyen gençler ani bir kararla yerlerinden kalktılar. Garsonun havada kalan eline aldırış etmeden kapıya doğru yöneldiler. Çıktıklarında çocuklar yolu henüz yarılamışlardı. Murat, koşar adımlarla giderken adını bilmediği bu çocuklara tedirgin bir şekilde seslendi. Söyleneni anlamasa da arkalarından gelen bu ses çocukların durmasına yetti. Yanlarına vardıklarında durumun uzaktan göründüğünden çok daha üzücü olduğunu fark ettiler. Yedi sekiz yaşlarındaki bu iki mülteci çocuğun önce yorgun ve masum gözleri dikkatlerini çekti. Kim bilir kaç zamandır aç ve uykusuz görünen bedenleri yırtılmış elbiselerle kaplıydı. Ayakları çıplak ve kirli bir vaziyetteydi. İnsanların artık hiç de sıkıntı çekmedikleri bir dönemde yine bazı insanlar nasıl olurdu da bu vaziyette hayata tutunmaya çalışırlardı. Anlaşılır gibi değildi.

Gençler, çocukları yanına alıp başka bir lokantanın bahçesine geçtiler. Onlarla beraber aynı masaya oturup hep beraber karınlarını doyurdular. Çocukların memnuniyetleri yüzlerinden okunuyordu. Öyle ki neşeli sesleri yayılmaya başlamıştı etrafa. Bir miktar da para verip yanlarından uğurladılar sonra onları. Yapabilecekleri bundan başka bir şey yoktu maalesef. Kendileri de terminalin yolunu tuttular.

Yolculuk Ayvalık-İstanbul istikametine doğru başlayacaktı az sonra. Geçip yerlerine oturdular ve otobüsün kalkmasını beklemeye başladılar. Bu ilginç yerden kurtulmuş olmanın rahatlığı sirayet etmişti bedenlerine. Kül savrulmuş hakikat ortaya çıkmıştı. Burası onlara göre değildi. Varsın yaşayan yaşasındı. Nasıl olacaksa dünyayı kendine cennet yapsındı.
Bir müddet sonra otobüse binen iki kişi dikkatlerini çekti. En arka koltuklara geçip oturdular. “Bunlar buraya yanlışlıkla düştüler herhalde!” dedi Murat. Zira bunlar akşamüzeri lokanta bahçesinde gördükleri çiftti. Hareketleri de öylesine rahatsız ediciydi ki tarifi mümkün değil.

Sabaha doğru Yalova… Araba vapuru sonra… Gençler bir süre vapurun kenarından denizi seyre daldılar. Eskihisar’a gelince otobüse tekrar bindiler. Nihayet terminal… Herkes otobüsten indi. Muazzam bir kalabalık vardı alanda. Otobüslerin biri geliyor, diğeri gidiyordu. Masum bir çehreye bürünmüş, etrafa sahte gülücükler savuran iki kişi kalabalık arasından hemen fark ediliyordu. Ayrı ayrı taksilere binip gözden kayboldular. Gençler ise onların peşlerinden hayretler içinde öylece bakakaldılar. Hissettikleri duygu acıma mı, nefret mi kestiremediler.

Birkaç gün sonra terminalde üç genç… Ümit, Cemal ve Murat… Kafaya koymuşlar, gideceklerdi. Herkes gibi olmayacak, yanılmayacaklardı bu sefer. Memleket yolunu tuttular. Ağaç gölgesi, semaverde çay, mangalda et… Eş dost ile muhabbet bir de…

Latest posts by İbrahim Kaya (see all)

Bu yazı yorumlara kapalı.