Önce tüm ışıklar kapandı sonra nöbet değişimlerinde rahat hareket edebilmek için konan zayıf, yeşil renkli gece lambası açıldı. Elbiselerimi değiştirdikten sonra dolabımın alt çekmecesine koyduğum kitabı aldım. Sessizce ilerleyip yedi numaralı ranzama uzandım. Başımı yumuşak yastığın kollarına bırakıp etrafa baktım. Ranzamın üst katı boştu şuan bu yüzden rahatça hareket edebiliyordum. Beyaz duvarlar, gri ranza demirleri, mavi çarşaflar, duvarın içine gömülü gri renkli eşya dolapları, horlayanlar, sayıklayanlar, durmadan bir sağa bir sola dönenler, açık pencere, pencereden içeri doğru yayılan ağır ve keskin foseptik kokusu, uluyan köpekler… Hepsine kulak verdim, uzun uzun baktım. Ardından elimdeki kitabı açtım, kaldığım yerden okumaya devam ettim. Çarpıcı cümleler, ilginç olaylar ve tatlı betimlemelerin olduğu bu güzel ve sürükleyici kitabı eşim valizime bırakmıştı. Uykunun bağrına düştüğümde saatin kaç olduğunu hatırlamıyorum. Gün ağardığında “koğuş kaaallkkk!” sesleri eşliğinde uyandığımda kitap olduğu gibi elimle göğsüme bastırılmış bir vaziyette duruyordu.
***
Sabahın erken saatlerinde herkesin diline dolanan bir cümle günün rengini değiştirmeye başlamış ve ortam daha da gerginleşmişti. Kendisinden önce dosyası ulaşınca haberdar olmuşlardı. Problemli biriymiş, güçlük çıkartacakmış, huzur bozacakmış deniyordu. Yakup’u henüz kimse tanımıyordu ama hakkında konuşan herkes sanki uzun yıllardır tanıyormuş gibi konuşuyordu. İçlerinde lakayıt olanlar bana dönüp:
“Hacı Allah yardımcın olsun senin ranzanın üst katına yerleştirilecekmiş!” demeye başlamışlardı. İtidalli bir biçimde: “Ön yargıya gerek yok, daha adamı tanımıyoruz, görmedik, bilmiyoruz. Belki sandığınız gibi değildir durum kardeşim Allahallah!” diye karşılık veriyordum.
Bekledik, tüm bunlar bayramın üçüncü günü konuşulmuştu, bayramın dördüncü günü Yakup birliğe teslim olmuştu.
O günü hiç unutmam, havada aşırı nem ve yoğun bir sıcak vardı. Bayram vesilesi ile biraz daha rahat hareket etme şansına erişmiştik. İkindi vakti sıcaktan kaçıp koğuşa girmiş, ranzama uzanmıştım. Sevdiğimi özlemiştim. Gözümü tavana dikip hayaller kuruyordum. Büyük bir sessizlik hâkimdi. Bu sessizliği açılan kapının gıcırdayan menteşeleri bozdu. Kapı açıldığında elinde valizi ile biri içeri girdi. Saçları üç numaraya vurulmuştu, gözleri büyük bir boşluktan aşağı düşen insanın bakışlarıydı. Selam verip sekiz numaralı ranzanın yanına geldi. Valizi bir kenara bırakıp ranza numarası ile aynı olan dolabını buldu. Tedirgin gözlerle bana bakıyordu. Hoş geldin kardeşim, dedim. Hoş bulduk, dedikten sonra ranzasını ve dolabını süzdü, ardından eşyalarını yerleştirmek için müsaade istedi. Büyük valizini açıp itina ile eşyalarını dizmeye başlamıştı. Valizinden aldığı bir elbiseyi önce koklayıp sonra güzelce yeniden katlayıp öyle yerleştiriyordu. Sanırım bu normal bir durum değildi. Dakikalarca o dolabın başında durdu, dolaba uzun uzun baktı ve yeniden o eşyalarla uğraştı.
Kalktım, elimdeki kitabı dolabıma bıraktım. İçtima için toplanacağımızı söyleyince anlamsız gözlerle baktı. Ne içtiması daha yeni geldim, der gibiydi. Dolabın kapağını kapattı, valizini pencerenin dibine koydu. Sonra çıktık.
***
Aradan günler geçmişti. Sıkılmıştım, içimde esen ağır hasret rüzgârları beni dışarı çıkmak için zorlamıştı. Labirent gibi koridorları geçtim, çift kanatlı kapıyı açıp dışarı çıktım. İlerdeki banklardan birine gidip oturmak için ilerliyordum ki yaprakları gür olan bir ağacın dibinde hıçkırarak ağlayan birinin sesini duydum. Yaklaştığımda onu gördüm.
“Yakup, kardeşim iyi misin, neyin var, ne oldu?” diye birçok soruyu ardı ardına sıraladım. Gözleri kan çanağına dönmüştü, elindeki küçük siyah tuşlu telefona bakıp iç geçiriyordu.
Koluna girdim, birlikte banka oturmak için güç bela ilerledik. Sessizdik ikimizde. Yakup’u bilmiyorum ama benim içimde yârimin özlemi bir kasırga gibiydi. Onu düşündüm yürürken. Hüzün çöktü sol tarafıma, çok ağırdı. Hüzün ağırdı ama Yakup’un sıkıntısı vardı, bu yüzden sessizliği ilk bozan ben oldum. Zannımca o, iç dünyasında bir takım hususiyetiz meseleleri düşünüyor, bir kartopu gibi yuvarladıkça büsbütün büyütüyordu. İç dünyasından kurtulması gerekiyordu. Bu yüzden onu konuşturmak için harekete geçtim fakat olmadı. Yakup, kuyuya düşmüş yardım isteyen bir insan gibi bana bakıyordu. Sonra dudaklarının arasından süzülerek çıkan cümleleri içime oturdu.
“Ben yapamıyorum kardeşim. Korkuyorum, uyumak için yatağa giriyorum sonra birden nefesim kesik bir vaziyette uyanıyorum ve buradan bir daha çıkamayacakmışım gibi hissediyorum.”
Müşfik gözlerle bakıyordum, o an elimden gelen her ne olsa yapmaya razıydım. Çünkü problemli dedikleri bu adam benim candan arkadaşım olmuştu. Birbirimizin derdi ile dertlenip sevinci ile ortaklaşa mutlu olmaya başlamıştık. Bu yüzden her ne olsa yapmaya razıydım. Önceki günlerin birinde, gece iki-dört nöbetinden yorgun argın döndüğümde yatağının ortasında bağdaş kurmuş, boş gözlerle gri dolapların gömülü olduğu duvara bakıyordu. Onu öyle görünce hızlıca ilerleyip yanına vardım. Omzundan yana elimi uzatıp, iyi misin Yakup diye sormuştum. Kullandığı ilaçların etkisinden olacak ki sersem bir vaziyette bana bakıp duvarlar üstüme üstüme geliyor, nefes alamıyorum Hacı, dedi. Dolaptan çıkardığım suyu uzattım, kana kana içti. Bir müddet birlikte karşı duvara boş boş baktık, sohbet edip ondan sonra yeniden uykunun kollarına kendimizi bıraktık ama ikimizde uyuyamıyorduk. Onun duvarlar üstüne geliyordu, benim ise gözlerim ranzanın kenarına iliştirdiğim fotoğrafa takılı kalmıştı. Karşımda ay gibi duran, parlayan, aydınlatan yârim duruyordu. Ben uyuyamadım, Yakup ilaçların gücüne yenik düştü.
***
Öğrendiğim kadarıyla sekiz kardeştiler. Yakup, yedinci sıradaydı. Beş kardeşi üniversite, ikisi lise, biri ise ortaokul mezunuydu. Ailede doktor, öğretmen, işletme gibi çeşitli bölümlerde ihtisas yapan ablaları ve bilgisayar mühendisi olan bir de kardeşi vardı. Kendisi zaten makine mühendisiydi. Anne ev hanımı, baba ise işçi emeklisiydi. Tüm bunlar güzel şeylerdi, kendisi adına ben de çok sevinmiştim böyle bir aileye mensup olduğu için. Gözleri sabit bir boşluğa düştü, kısa bir iç geçirdi sonra sakince dönüp yüzüme baktı. Kullandığı ilaçlara baktığımda 150 mg- 1000 mg arasında değişen tesiri yüksek ilaçlardı. Bunun nedenini sorduğumda, OKB (obsesif kompülsif bozukluk) dedi. Bir şey anlamadığımı çok belli etmiştim. Sonra karşımda bir makine mühendisi yerine uzman bir psikiyatri doktoru varmış gibi kısaca hastalığını anlattı.
“Anksiyete türü bir rahatsızlık bu. Yani obsesif-kompülsif bozukluk… İnsanları tekrarlanan düşünce ve davranışlar döngüsüne hapsederek kısıtlayan bir hastalıktır. Stres yaratan, kontrol edilemeyen düşünce, korku ve görüntüler nedeniyle huzursuzluk oluşturuyor.”
Daha sonra parmaklarının arasına sıkıştırdığı sigaradan bir nefes aldıktan sonra sigarasını söndürdü.
Hava kararmıştı, yorgunduk, koğuşumuza geçip derin bir uykuya daldık.
***
Yakup’un nöbetleri gün geçtikçe artmaya başlamıştı, artık dayanacak kadar güçlü değildi. Ansızın bir köşede durup derin düşüncelere dalıyor, tuhaf gözlerle etrafına bakıyordu. Günlerce gidip geldiği hastaneden de olumlu bir sonuç çıkmamıştı. Üstüne üstlük kullandığı ilaçlar çoğalmıştı ve stres gibi faktörlerin tetiklemesiyle bir de panik atak olmuştu.
Kararını verdiğinde askerliğinin bitmesine yetmiş beş gün vardı. Evet, tam yetmiş beş gün…
Yakup beni bırakıp gidecekti, ona çok alışmıştım.
Gidişi hiç de hoş olmayacaktı.
***
Taburun önünde beyaz bir araba bekliyordu. Yakup’u almaya gelmişlerdi. Bir ikindi vaktiydi, koşa koşa nöbetten gelmiş, arabanın önünde onu yakalamıştım. Gözleri dolmuş buruk bir vaziyette bana sarıldı. Hakkını helal et, dedi. Valizini alıp bagaja koydu sonra çok şanslıyım biliyor musun, dedi. Gittiğin için mi? dediğimde, saçmalama, seni tanıdığım için şanslıyım, dedi. Güldük. Eyvallah, dedim. Arabaya bindi ve gitti. Yenik bir asker gibi ayaklarımı sürüye sürüye koğuşa geçtim.
Akşam oldu, uyuyamadım. Eksikti, üst ranzaya baktım, bomboştu. Bir başıma kalmıştım. Sağlığına kavuşmasını umdum, nasıl olsa yine görüşürüz, dedim kendi kendime. Yatağıma uzanmadan önce elime aldığım not defterime: “Allah yolunu, bahtını açık etsin can dostum.” cümlesini yazdıktan sonra defterimi yastığın altına koydum.
Gözlerimi kapattım ama uyuyamadım.
Latest posts by Hakan Kaya (see all)
- Yetmiş Beş Gün Kala - 15 Ağustos 2018
Bu yazı yorumlara kapalı.