Skip to content Skip to footer

İstanbul Birnokta – Aylık Edebiyat Dergisi

Editör’den

Sahilden o kadar uzaklaştık ki, uçsuz bucaksız bir denizde, dalgalar arasında, can havliyle yaşama çabasındayız. “Hakikat”le aramıza o kadar çok söz, o kadar hurafe, o kadar çok “ben”lik ve ona bağlı o kadar haz ve kibir girdi ki; artık onu ancak meraklısı, o da hayal meyal görebiliyor. Başdöndürücü bir hız ve sevkitabiinin içinde akıl, irade, vicdan gibi “uzuv”ların varlık ve yönlendirmesinden uzak olarak; “yaşıyor gibi, yaşıyor gibi, yaşıyor gibi” yaşıyoruz. “Dört unsur” zindanında mahpus benliğimizin ruh kanatlarının sesi göklerde duyulmuyor. Oysa “hakikat”, “şiddetizuhûrundan” gaip olmakla beraber, apaçık. Kendisiyle tanışmak arzusu/isteği/duasını bekliyor. Necip Fazıl’ın “Kubur faresi hayat, mes’elesiz gerçeksiz/ Heykel destek üstünde, benim ruhum desteksiz” diyerek betimlediği bir hayata fit olmak insanın büyüklüğüne aykırı oysa. Günümüzde hakikate yönelmek ve kabul etmek yüreklilik gerektiriyor. Varlıkla yokluğun bıçaksırtı düzleminde ve ölümün karanlık bakışları altında yaşarken bir “hakikat” arayışı serüvenine cesaret edilemiyor. Önyargılarımız, yanyargılarımız, Firavun, Karun ve Bel’âm’ın kavrayış ve bilincimizi yıpratıp epritmesi mecalsiz bırakıyor bizi. Firavun; yani dünyaya egemen siyasal yapı, Karun; yani para putu ve Pazar tektanrıcılığının mimarı kapitalist komprador çetesi; Bel’âm; yani düşünsel, sanatsal ve bilimsel yetkinliğini diğer ikilinin emrine amade kılmış hakikati çarpıtan bilim adamı, sanatçı vs.’nin oluşturduğu üçlü çete. İnsanın bu ateş çemberinden çıkabilmesi, kendisine bağışlanan yetenek ve Tanrısal yardımla elbette mümkün. Soru ya da sorun şu: “Gerçeğin/hakikatin ne kadarına tahammül edebilirsin?”

Sanat ve edebiyat uğraşı verenler de yaşadıkları bu ortamın etkisinden azâde değiller, başka türlü de olmazdı zaten. Bir ölçüde başlarını bu zehirleyici havanın dışına çıkarma hamleleri yapıyor ve eserler üretiyorlar. Onların da kendilerince varlık alemine getirdikleri ya da onların elleri ile varlık âlemine gelen kokular var. “Gül bahçesinden geçerek gelen rüzgar gül kokusu, zakkum bahçesinden geçen rüzgar ise zakkum kokusu getiriyor.” Ne getirirse getirsin, yine de, verili/ dayatılandan başka bir şey ortaya konuluyor. Yine de her şeye rağmen hamle yapılıyor ve her hamle takdire şâyan. Hakikatin toprağına ayak basma çabası “insan” var olduğu sürece hep var olmuş ve olacaktır.

Oysa bunca laf kalabalığı ve karmaşaya gerek yoktu. “Hakikat” olan Hakk, sonsuz bağışlarının çerçevesi ve tamamlayıcısı olarak yol göstericilerle yolu aydınlatmış; Musa ile sihirbazları etkisiz kılmış, İsa ile sebepsiz illetsizliğin “imkân” âlemini göstermiş; tarih karanlığında böyle daha nice meşaleler yakmış ve son olarak da “varlığın bahanesi” “akdem” ve “hâtem” olan, insanlık mihrakının zirvesi ve evrenin övüncü ile hayata ve varlığa dair tüm ölçülerin altın oranını göstermişti. Kıyı da, deniz de, insan da yekpâre bir güzelliğin görünümyeriydiler. Görülmeliydiler. Edebiyatın kasıtsız ve doğal işlevi gözlere hakikatin sürmesini çekmektir. Sonucu ise “insanca, pek insanca” yaşamaktır.

Esenlikle.