Her şeyin, her varlığın ve vaktin geçici olması yasası ne kadar da ferahlatıcıdır. Vakit ya da zaman da öyle, çünkü “Vakit de mahlûktur, onun da eceli vardır”. Ferahlatıcıdır evet, çünkü yeni oluşlara kapılar açılacaktır. Taze vakitler daima taze umutlar da demektir. Her ne kadar geleceğin bilinmezliği tedirgin etse de, umutlanırız yine. Hele de zor zamanların ağır basınç, zorluk ve sıkıntıları içindeyken.
Çok öznel bir duygu ya da düşünceyi “yaşarken” ve yazarken, dış dünyadan gelen seslere kulak tıkamak ne mümkün. Acı ve ıstırap feryatları o öznel durumun dillendirilmesine kendi titreşimleriyle sirâyet ediyor. Başka şeyler söylüyor olmanız, ağır acıların o metin ya da söze sinmesine mani olmuyor. Duyarlı yazarın bilinç havuzuna akan yaşadığımız çağın kan ve acısı farkında olarak ya da olmayarak değişik imge ve sözcüklerde kendine yer buluyor.
Yabancılaşmamış; ulusunun inanç, kültür ve medeniyetine aidiyeti canlı, yurtseverlik duygusu taşıyan her yazar ve şair, ülkesinin tarihsel sorumluluğu siyasa alanında nasıl vazgeçilmezlik taşıyorsa, tıpkı onun gibi bir miras, ülkü ve harsa sahip olma refleksi taşır. Bu da, edebiyatımızı evrensel açılara, evrensel acılara duyarlı ve sorumlu kılar. Sanatçı dünyada olan biteni değiştiremez belki ama değişime doğru sessiz ve derinden yollar açar. Türk Edebiyatı, elbette dil ve duyarlık dünyası içinde kendisidir, ancak, bununla birlikte doğasında var olan o kurucu karakter gereği evrensel koordinatları da içerir, içermelidir.
Savaşların, yıkım ve katliamların ortasında ne yazarsak yazalım, daima ülkemiz ve insanlık adına bir kaygı ve hüzün gölgesinde yazıyoruz. Ne iyi ki, “mahlûk” olan vaktin de bir eceli var ve gelecek bizim için umuttur: “Gün doğmadan meşîme-i şebden neler doğar”.
Dahası ve özü:
“Sabah yakın değil mi?” (Kur’ân, Hud Sûresi 81. Âyet)
Esenlikle.