"Enter"a basıp içeriğe geçin

Kardelen’den BirNokta’ya Bir Edebiyat Yolculuğu

Üsküdar Abbara kültür etkinlikleri kapsamında 18 Kasım 2017 tarihinde, Şakir Kurtulmuş tarafından Mürsel Sönmez’le gerçekleştirilen söyleşi notlarından oluşturulmuştur.

Müflis bir tacirin çocukları gibi yaşadık
Bizler dağılmış bir imparatorluğun bakiyesi toprakta yaşıyoruz. En geniş zamanda yaklaşık 20 milyon kilometrekare toprakları olan bir devlet iken 780 bin civarında kilometrekareye sıkıştırılmış bir ahaliyiz. Bu ahali, 1923’teki kırılmadan sonra çok ciddi iktisadî yoksulluklar içerisine düşmüştür. Ahalinin ekseriyeti bu hale düşmüştür. Bu ahalinin başını çeken ve devlet erkinin başında bulunan zevat – zevat-ı kiram demiyorum-, bu ülkenin insanlarını aç, yoksul, açık bırakmıştır. Dünyanın şartları da biraz öyledir ama müflis bir tacirin çocukları gibi hepimiz Anadolu’nun kurak bağrında yaşayagelmişiz. Sonra, bizi gâvurlaştırmak için şehirlere getirdiler. İstanbul’da, şehirde burjuvazinin hayatı Batı kültürüyle çok yakındı; köyden de bizi getireceklerdi, burjuvaziyi de aşılayıp şehir hayatı içerisinde imha ve ifna edeceklerdi, beceremediler.

Edebiyat üzerinden yerli ruhu geri çağırıyorduk
Şuraya geleceğim: Bizler zenciler, karaşınlar, ne derseniz deyin, şehre geldiğimiz zaman bizim icra-ı sanat edebileceğimiz alan çok da fazla değildi. Ya biz sabah 8’de inşaata gideceğiz, akşam 5’e kadar çalışacağız. İnşaatçısın, eğitim yok, tedrisat yok. Bakın, bir kuşak gerimiz öyledir. Ya da köyden şehre gelmiş bir öğrencisiniz… Şehre geldik, biz şehre geldiğimiz zaman estetiğe dair, düşünceye felsefeye dair, sanata dair, dine dair söyleyebileceklerimiz için tek mecra vardı; o da bir kağıt ve bir kalemi gerektiren edebiyattı. Biz bunu yapabilirdik ve bunu yapmaya başladık. 1960’lardan sonra yerliler bir şeyler söyleme çabası içine girdiler. Bunun koçbaşı isimleri var; Necip Fazıl Üstad, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Cahit Ağabey, kendisini rahmetle anıyoruz. Bu gibi ağabeyler yerli ruhun türküsünü terennüm etmeye çalıştılar, uğraş verdiler, bir gelenek oluşturdular. Biz de o gelenek üzerinden, o iz üzerinden -izlek üzerinden deyip izlek kelimesini yanlış kullanmayalım, izlek tema anlamında kullanılır-, biz edebiyat yapmaya çalıştık ama yerli ruhu geri çağırıyorduk, şiir yazıyorduk.
Şiir normal insanın yapacağı bir iş değil, çünkü birisine masanın üstünde bir bardak, bir de kaşık var demek varken, sen tutuyorsun ‘farklı’ bir şekilde söylüyorsun… Benim gençlere söylediğim bir şey var; şiir amuda kalkarak hayata bakmaktır; yamuk bakıyorsun, ters bakıyorsun. Dikkat edin, yanlış bakıyorsun demiyorum. Çünkü dinin doğasında var olan şey de “havet – evyır”dan hareket ediyorsa eğer… Çünkü varlık da, yokluk da Allah’ın bir tecellisi; ne varlık var, ne de yokluk var; ‘Vardan da öte bir var vardır’ denildiği gibi… Şimdi biz şiir söyleyebilirdik, o yüzden şiir söyledik ilkin; hikâye anlatıyorduk yazmaya başladık; şiir söyleniyordu yazılmaya başlandı; kültür bir endüstriye dönüşmeye başladı.

Edebiyatta GDO’suz insan sayısı yüksektir
Ondan sonra, egemen emperyalist iradenin yeryüzünde bütün insanları uyuşturmak için kullandığı bir uyuşturucuya dönüştü kültür vasıtaları. Bunun içerisinde en az nüfuz edebildiği, sızabildiği alan edebiyat hâlâ; en temiz alanlardan bir tanesi edebiyat. Din bilimciler içerisinde bile 1400 senelik geleneği yok eden -bu hadis aslında böyle bu manaya geliyor diyen- ukalalar var. Bu tipler bile emperyalizmin direkt ya da endirekt yönlendirdiği tipler… Ama sanat ve edebiyatın içinde “GDO”suz insan sayısının yüksek olma olasılığı yüksek… Çünkü sanat-edebiyatın alıcısı pek az. Çünkü sanat-edebiyat kitleleri etkilemiyor. Egemen emperyalizm de sanıyor ki kitleleri etkilemeyen bir hareket bize zarar vermez, görecekler…
Dolayısıyla biz edebiyatla uğraştık, şiir yazdık, şiirlerimizde dua ettik, niyaz ettik, büyük ruhu geri çağırdık ve buna devam ediyoruz. Biz burada bu işleri yaparken, gazetelere ilan verenler, orijinal ve parlak isimler ile iş görmeye çalışıyorlar. Öncelikle size şunu arz edeyim ki, bunların kültür sanat sayfalarının yarısını dolduran ilanların hepsini toplasanız, bu kadar adam çıkmaz, kendileri çalıp kendileri söylüyorlar. Çünkü Türkiye’de Batıcıların işi bitmiştir, emperyalistlerle iş tutanların işi de bitecektir. Onlar oradan bir umut sağlamaya çalışıyorlar, Türkiye adına bir şey çıkacaksa buradan, bizden, bizim aramızdan çıkacak.

Tek doğru yaşam tarzı İslam’dır
Tam bu noktada kibre cevaz veren şunu söyleyeyim -kibre cevaz verilir mi, verilmez ama burada ne diyordu Erdem Ağabey, ‘Ve yürüdü meydana salına salına/Bu yürüyüşü sevmez Allah dedi Resulullah / Ama bu hal müstesna’- Ontolojik anlamda %100 varlığı ve hayatı izah edebilen ve hayata dair bireysel ve toplumsal anlamda doğru ve düzgün bir yaşam tarzı sunan tek yol, yöntem, yordam sizin aidiyeti içerisinde bulunduğunuz İslam’dır. Bununla ne kadar tefahur etseniz, övünseniz iyidir, bu Allah’ın bize bir lütfu olması itibariyle iyidir.
O zaman şuraya dönelim: Biz burada iyi bir şey yapıyoruz, bunu küçümsemeyelim, bu işler çok önemli işler, nitekim ‘Az, çoktan çoktur.’ Geçende sordum bir arkadaşa; ‘Bir evliya mı çok güçlüdür, Amerikan ordusu mu çok güçlüdür? Şimdi Allah’ın sevdiği ve Allah’ı seven -adamın gücü mü fazladır, Amerika’nın gücü mü fazladır? Nitekim gözle görülmeyecek denli küçük olan bir atomun patlaması suretiyle şehirler imha olabiliyorsa az çoğu yener. O zaman nitelikli aza yatırım yapacağız. Çünkü popüler kültür herkese kafayı yedirmiş, 3 kişiden 1’i kafayı yemiş vaziyette. Bu seneki rakamlara göre 9 ayda kullanılan antidepresan hap, 36 milyon kutu. Dolayısıyla biz bu toprağın yerlileri, varlığa ve oluşa doğru anlam verenler; Abdullah oğlu Amine’den olma, Mekke 571 doğumlu, okuma yazması olmayan -ne ümmîdir ki ne ümmî- Muhammed Aleyhisselamın haber verdiği Allah’a ve o Allah’ın gönderdiği metne inanan; hayatı, varlığı, hiçbir köşesinde gediği kalmayacak bir biçimde izah edebilen o inanca, o öğretiye mensup olan insanlar olarak biz, burada iyi bir şey yapıyoruz. Orası sağlam, zemin sağlam ancak zeminin üstünü zenginleştirebilmek, şehirlerimizi doğadaki ahenk ile ahenkli kılmak, fizikî dünyamızı edep dairesi içerisine sokmak, benliğimizi halimize razı olmakla güzelleştirmek ve sözlerimizi zenginleştirmek, bunlara katkı sağlamak üzere bir edebiyatı icra etmeye çalışmalıyız.

Yazar-çizer takımı kamil insan değildir
Burada şöyle bir sıkıntı var; bu da bu çağın hastalıklarından bir tanesi: Meşhur olmayan bir adam güzel bir söz söylese, o söze itibar etmeyiz; meşhur olan bir adam söylediği zaman o söz bizim gözümüzde kıymetlenir. Bu doğru mudur? Bu yanlıştır. Önemli olan eserdir, siz eseri vücuda getiren müessirden söz edecekseniz. Çok iyi şiirler yazan bir şairin insanlar üzerinde tekebbür hakkı vardır ya da hikâyeler yazan. Böyle bir şey yok, eğer sizden çok güzel bir şiir zuhur ettiyse, siz de ehl-i tevhid iseniz şöyle demeniz iktiza eder: ‘Allah bana ne güzel lütufta bulundu.’ Böyle diyerek sevinin, çünkü iyilikler Allah’tandır, kötülükler nefistendir. Bizden bir kemâlât zuhur ediyorsa bu Cenab-ı Hakk’ın bize bir lütuf ve ihsanıdır. Buradan şımarmak kibirlenmek değil, ‘Tehlikeye düşeceğiz, nefis şimdi gaza gelir’ diye korkmak lazım; bu bir…
İkincisi; bu yazar-çizer takımı kâmil insanlar değildir. Yunus Emre, tasavvuf edebiyatının en büyük isimlerinden bir tanesidir ama en büyük veli değildir; dikkat buyurun, bu çok önemli bir husus. Niyazi-i Mısri Hazretleri tasavvuf edebiyatının bir numarasıdır kanaat-i acizâneme göre ama Niyazi-i Mısri Hazretleri evliyanın en büyüğü değildir. Hâl böyle olunca çok iyi şiirler yazıyor olmak; çok iyi hikâyeler ya da metinler yazıyor olmak, bir adamı bizim alıp göğe çıkarmamıza, onun kibirlenmesine sebep-sonuç verebilecek bir keyfiyet değildir.

1972’de hayata pusu kuran şehirle karşılaştım
Bu girişten sonra kendi hikayeme gelince; ben de milyonlarca insanlar gibi aynı şekilde 1972’de İstanbul ve şehirle karşılaştım. Necip Fazıl Üstadın -Allah rahmet eylesin- ‘Bir hayata çattık ki hayata kurmuş pusu’ dediği bir şey. Ekonomik yoksulluk… Arkadaşlar bu şairler en az paradan söz ederler… Batılı şairler, Van Gogh Theo’ya diyor ki, ‘Param bitti bana para gönder’; Baudelaire öyle diyor, paradan söz ediyorlar, ayıp demeden istiyorlar. Bizim mahallenin şairleri ve entelektüelleri ne yemek yiyorlar, ne paraya ihtiyaçları var; ne dertleri var ne sıkıntıları var…
Bunu şunun için söyledim: Biz köyden şehre geldiğimiz zaman bizim ailelerimiz şehirde tutunmak, yaşamak, idame-i hayat etmek üzere bir ceht içerisindeydiler. Kur’an okudukları için sevk zincirine bağlanarak kasabalara götürülen, şapka giymedi diye ilzam edilen nesillerin çocuğuyuz biz. Ben o kuşaktan geliyorum, şehre geliyorsunuz, ama ruhunuz şehirle çakışmıyor çatışıyor, böyle kalıyorsunuz. O zaman eğer ‘istidad-ı ezelinize, tasannua dair bir şey var ise’ -çeviriyorum-, öz yeteneğiniz sanat yapmaya uygun ise, siz feryat ve feveranınızı edebiyatla dillendirmeye çalışıyorsunuz. Demin dediğimin devamı niteliğinde bir şey bu… O zaman ben de öyle yaptım, çünkü böyle yapmak gerekiyordu. Lahorlu İkbal diyor ki, – Muhammed İkbal’e Lahorlu İkbal demek hoşuma gidiyor, Çankırılı İkbal gibi, İslam ümmetini unutmadık, bizim coğrafyamız bizim şehirlerimizden bir tanesi-, ‘Yeni bir feryat icad et; meclisi hây u hûy ile şenlendir.’ Bizim feryadımız oydu. ‘Dinle neyden bak feryad etmede/Ayrılıklardan şikayet etmede’ diyen Hz. Mevlana da aynı şeyi söylüyor.

Marka adamlar üretip onlara tapıyoruz
Sanatçı eğer kâmil eser vücuda getirdi, o eserden kendisine de bir kemal bulaştı ise biz onun elini öperiz ama dili başka, hali keyfiyeti başkaysa, yazdıklarına itibar ederiz, kendisini de kenara koyarız. Ama bu çağın hastalıklarından bir tanesi de her şeyi ve herkesi markalaştırmaktır, araçsallaştırmaktır. Marka adam üretiyoruz ya da ‘yaratıyoruz’, sonra ona tapınıp duruyoruz. Biz acizane, böyle bir marka değiliz, biz türkülerimizi söylemeye çalıştık. Bu türkünün, şiirin birinci aşaması şuydu: ‘Ya ben öleyim mi söylemeyince’, istidad-ı ezelimiz, yani ezeldeki öz yeteneğiniz, güzel şeyler söylemeye yönelik ise… Mesela daha önce arz etmiştim: Siz bir yoldan yürüyorsunuz; yıkık bir bina var; yıkık bir binayı gördüğünüz zaman, ‘Burada kimler yaşadı, ah ah, ne acılar çekilmiştir, pencereyi kim bilir adam nasıl boyamıştır?’ diye geçiyorsanız oradan, siz şairsiniz veya sanatkârsınız. Ama ‘Buraya kaç kat veriyorlar, belediyeye gitsek bir araştırsak’ diyorsanız müteahhitsinizdir.

İrfana bizi Allah ulaştırır
Efendim biz de öyle yazmaya çalıştık, söylemeye çalıştık ama burada insanların önemi yok; yalnız her sanatkârda, her insanda bir nefs vardır. Zat-ı ulûhiyet insana kendi eneiyetinden bir hisse vermiştir, buna hikmet-i ferdiyye diyorlar, herkes biriciktir. Herkeste ferdiyyet-i ilahiyeden bir nasip vardır. Hz. Mevlana onu şöyle söyler: ‘Allah’ın laneti kafadaki bene, Allah’ın rahmeti vefadaki bene.’ Bektaşi konuşuyormuş; ‘Her şeyi Allah eder’ diye. Gitmiş köyün dışına çıkmış, çeşmeden su içiyormuş. -Öyle çok güzel su içilir çeşmeden; içmeyen varsa denesin, Resulullah Efendimiz parmaklarından su akıttı, herkesi suvardı ama hiçbir modern İslamcı yazar o mucizeyi anlatmaz. Çeşme ahlâkıyla taalluk etmek lazım diyor, Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak lazım ama biz suya döneceğiz.- Bektaşi baba su içerken adamın birisi, gelmiş enseye bir tokat aşk etmiş, baba dönüp böyle bakınca ‘Ne kızıyorsun? Sen demedin mi eden ettiren Allah, ne bakıyorsun?’ demiş. ‘Biliyorum, eden ettiren Allah da, kimi alet ediyor bu işe, ona bakıyorum’ demiş. Dolayısıyla Allah bizi hayırlı işlere alet etsin, ferdiyet normal bir şeydir ama haddini aşan her şey gibi o da değer yerine değersizliği intaç eder, netice verir. Sanatçıları alkışlayalım, sanatçıları övelim -affınıza mağruren nefis köpeğin önüne de birkaç kemik atmazsan yürümüyor-, ama kemâlât Hakk’tandır, irfanına Allah bizi ulaştırsın.

Batıcılar bizimkileri kenara koydular
Yaşlılar geçmişe, gençler geleceğe bakarmış… Şöyle: birincisi şu tarihe geriye dönüyoruz: 1960’lar Diriliş, Edebiyat, sonrasında Mavera… Bir yandan Hareket Dergisi çıkıyor. Hareket çıkarken de birkaç sayı aldığımı hatırlıyorum, belki son dönemin son sayılarıydı. Sonradan Mavera devam etti. Fakat şu oldu; bizim Müslüman şair ve yazarları eziklediler. Eziklemek ne demek? Türkiye’deki Batıcı kültür iktidarı bizimkileri yok saymak suretiyle kenarda tutmaya çalıştı. Bizimkilerden bazıları, rahmetli Cahit ağabey gibi, takıldı peşine gitti. Rasim Ağabeyler kale gibi durdular. Onların bir alt kuşağı olanlar da bunca üretim ve gayrete rağmen Türkiye efkâr-ı umûmiyesinin kendilerine teveccüh etmemesinden nâşi bir serzeniş ve eziklenme içine girmek suretiyle Çorlulu Ali Paşa Medresesinde beraber nargile içtikleri solcu, iki yüzlü tiplere takılmak suretiyle edebiyat iktidarına yalakalanmaya çalıştılar. Üçüncüsü; 1980”de darbe oluyor darbe dönemi olduğu zaman edebiyata ilgi artar, darbe olur insanlar içeriye kapanır, kuş diliyle konuşmaya başlarlar, kuş diliyle konuşmak da edebiyat için iyi bir şeydir. Zaten sufiler, hakikî dervişler kuş diliyle konuşurlarmış.
Siyasî baskıların yoğun olduğu dönemlerde insanlar kuş diliyle konuşurlar. Türkiye’de Müslümanlar hâlâ kuş diliyle konuşurlar, biz hâlâ şu anda kuş diliyle konuşuyoruz; bakınız, 11 Kasım gazeteleri. Batıcı taifenin baskın gücü karşısında bizim sanatkar ağabeylerimiz, bir komplekslilik hali yaşadılar. 1980 oldu; 80’lerde siyasal dergi çıkmıyordu. İşte 1983’ün sonunda, 1984 başında Edebiyat kapandı; Yöneliş’ler çıktı, kapandı; Yedi İklim çıktı, ara verdi, bir şeyler oldu. Mavera’yı 1988-89’lara kadar rahmetli Bahri Zengin Bey devam ettirdi. Ama ne yazık ki bizde o darbe sürecinden sonraki dönemde bir durağanlık, bir zayıf akış meydana geldi. Neyse… 1 Şubat 1990’da Kardelen Dergisi’nin birinci sayısını çıkardık.

İlk şiirimi müstear isimle yayınladım
İlk şiirimi Mavera’da Cahit Ağabey’e gönderdim, benimle dalga geçer diye müstear isimle gönderdim. O zaman ‘Şair Mürsel’ dedirttim ama Mürsel değil, başka bir isimle. Yani benimle dalga geçmedi, yırttım. O yıllarda Mavera’yı alıyorduk ve dergiye sağdan başlıyorduk. Gençler gazete alır spor sayfasından başlar ya, Mavera da sağdan itibaren okunurdu. Mavera’nın zaafa düştüğü, diğer dergilerin gittiği vakitlerdi… Biz Müştehir Karakaya ile oturduk, Nurettin Ağabey, Şefik zaten başından beri işin içinde vardı. ‘Devrimci dergi çıkaracağız’ dedik.
Bu esnada Mavera’da yayınlamaya başlamıştık. Bunu gençlere mutlaka söylemek gerekiyor: Evet, ‘Cahit Ağabey dalga geçer, soğutur beni’ diye korktuğum doğrudur. Bir de şu vardı: Biz yazdıklarımıza dünyanın en süper metinleri diye bakarak girmiyorduk ki, hâlâ bizim kuşakta o vardır; hâlâ ‘Bu şiir oldu mu acaba?’ diyen kuşağız. Şimdi bizim arkadaşlarımız iki tane şiiri yayınlandığı zaman kendilerini allame-i cihan addediyorlar. Öyle bir edep vardı. Biz şiirlerimiz başka dergilerde yayınlanmıyor diye dergi yayınlamadık. Şöyle bir sebep vardı, sonradan Nuri Pakdil bunu formüle etmişti: %100 sanat, %100 estetik, %100 ideoloji; yani devrimci edebiyat; hâlâ bana güzel gelir.

Atacak barutumuz vardı, 36 sayı attık
Kardelen’i olmayan imkâlarla, olmayan kadrolarla çıkardık; biz hep öyle yaptık. Kardelen de öyle, Düş Çınarı da öyle, BirNokta da öyle. ‘Suyu biz böyle geçeriz, bizi afet sanırlar.’ Öyle hesap yapmak bize çok fazla uygun değil. Bir şey gönlüne gelir, Allah diye dalar, gidersin. Bizim de atacak barutumuz vardı, doldurduk, 36 sayı attık, kapattık. Ama bunu yaparken, bana sorarsanız, 12 sayı bile çıkması ihtimali zayıftı. Sadece edebiyat yapmıyorduk. Tekrar geriye dönersek, hem bireysel hem sanatçı olarak sizin kendisiyle kavgalı olduğunuz biz siyasî sistem var. 80 yıl, 100 yıl bizim üzerimizde irtica kılıcının gölgesi dolaştı. Bu ideolojik kavganın bir devamı olarak da edebiyatla meşgul olmak hissi, bizi etkilemiş olabilir. Yani kavgamızı aynı zamanda edebiyat üzerinden vermek…

Pakdil’in sözünden ilham aldık
Kardelen’in çıkış hikâyesi için bir de şunu söyleyeyim: İsimler üzerinden konuşmak, çok isim zikretmek benim hoşuma gitmiyor ama günümüz edebiyatının da gereksindiği şey, isim üzerinden yürümek. Ben kendi nefsim adına korkuyorum, bu yüzden isimlerden söz etmeyeceğim. Kardelen 1990’dan 1993’ün sonuna kadar çıktı. İlginçtir çıkış sayısı yine Şubat. Ne demek? Nuri Pakdil’in Edebiyat Dergisi 1968 Şubat’ında çıkmıştı. Edebiyat Dergisi’nin çıkış tarihi, Kardelen’i çıkarırken de, BirNokta’yı çıkarırken de esin kaynağımızdı. Esin aldığımız ana kaynak Nuri Pakdil’in şu sözüydü; daha doğrusu bizi ifade eden cümle şuydu: “Bu ellerimizle bu ayaklarımızla bir şeyler yapamaz mıyız, tırnaklarımızla oyamaz mıyız anlamsızlığı, bir yol açamaz mıyız bir metre ötesine?” Çünkü biz Batı karşısında askerî, iktisadî ve siyasî açıdan yenilmişliği iki kere yaşadık. Bir devletimiz yaşadı, Devlet-i Aliye-i Osmaniye tarumar oldu; onun yerine kurulan devletimiz de bize bu bozgunu yaşattı, şimdi de bizden imdat umuyor. Biz o ikinci bozgunu da yaşadık; bu bozgun sadece yoksulluğumuz değildi, ezilmişliğimiz horlanmışlığımız değildi, kültür alanında da biz bu bozgunu yaşadık.

Subhaneke’yi bilmeyen adam cahildir
Özellikle son 200 yıldır bütün bir yeryüzünde, bin yıllık Siyonist planın bir devamı olarak kültürel bir dejenerasyon yaşanmaktadır. Özellikle 1900’lü yılların başında Avrupa’da sanat nihilist, narsist bir yörüngeye oturtulmak suretiyle sanatta, düşüncede, felsefede bütün bu alanlarda insanı, insanın anlamını yok sayan, kadim bütün değer ve kültürleri yok eden, gelmekte olan yeni emperyalizme alan açmak isteyen sanatsal akımlar oluşturulmuştur. Bunun yansıması 1923’ten sonra da bize olmuştur; harflerimizi kaybetmişiz, kelimelerimizi kaybetmişiz. Böylesi bir bozgunun içerisinde ideolojik bir mücadele verecekseniz, bu ideolojik mücadelenin vasıtalarından bir tanesi de edebiyattı. Biz aynı zamanda yazmaya mecburduk, öz yeteneğimiz bizi buna icbar etti, doğrudur ama aynı zamanda aklî, sosyal, siyasal mecburiyetlerimiz de bizim edebiyata yönelmemizi tahkim ve takviye etmiş oldu. Kardelen böyle çıktı. Kardelen çıkarken kenarda masamız, kasamız yoktu. Bir ayet-i kerimede Cenab-ı Hakk (c.c) buyurur ki ‘İn tensurûllâhe yensurküm / Siz Allah’a yardım edin ki Allah da size yardım etsin.’ Burada ‘cogito ergo sum’ gibi bir cümle söylemiş olsaydım çok üst yetenekli, entellektüel bir adam olurdum. Allah’ın ayetinin olduğu yerde söz olmaz. Birçok yazar, bizim kültürümüze ait olmayan birçok konuyu ayrıntısıyla biliyor, Paris’teki bir şapel hakkında uzun uzadıya açıklamalar yazıyorlar. Ama bizim nazarımızda amentüyü, subhaneke’yi bilmeyen adam cahildir. Bakın aşağılayalım demiyorum, o başka bir şey, kimliğimizin köşe taşlarını sağlam tutalım diyorum, o yüzden subhaneke’yi bilmeyen adam cahildir. Ezanın anlamını bilmeyen adamla konuşulmaz.

Saf şiir, şeker yemeyen arının yaptığı bal gibidir
Mevzuyu hiç kaybetmeden devam ediyoruz. Hilmi Yavuz, ‘Yine böyle kırılgan mı olurdum büyüseydim ben başka odalarda’ diyor. Biz bu siyasî, kültürel ve iktisadî ortamın çocuklarıyız. Benden çıkan ses bu ve herkes de benzer acıları, benzer sıkıntı ve çalkantıları yaşadı. Biz oturup ‘Cân verme gam-ı aşka ki aşk âfet-i cândur/Aşk âfet-i cân olduğu meşhûr-ı cihândur/Sûd isteme sevdâ-yı gam-ı aşkdan hergiz/Her kimse ki âşıkdur işi âh-ü figândur’ demeyi, ‘Vücut ikliminin sultanı sensin’ demeyi, ‘Ezelden aşinanım ben’ demeyi, ‘Gönül hûn oldu şevkinden boyandım Ya Rasulallah/Nasıl bilmem bu nirana dayandım Ya Rasulallah/Ezel bezminde bir dinmez figandım Ya Rasulallah/Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulallah’ demeyi, ‘Kevser-i âteş-nihâdın adı aşk/Dûzah-ı cennet-nümânının adı aşk​/Bir lûgat gördüm cünûn isminde ben/Anda hep cevr ü cefânın adı aşk​’ demeyi, ‘Asûde ruh ikliminde’ oturmayı ben de isterdim. Anlatabiliyor muyum? Ben de isterdim ki, yangın yerinde konuşuyormuş gibi konuşmayayım ama biz bu faciaların içinden geliyoruz. Ben kendime ihanet edemezdim, saf şiir şeker yememiş arının yaptığı bala benzer. Hakiki balsa bozulmaz, şeker yemiş arının yaptığı bal ise bozulur. Dolayısıyla sahici şiirin, Cebrail’in işin içine karıştığı şiirin insan benliğindeki ana sermayesi, yeri samimiyettir; başka çaresi yok. Şiir o samimiyet vasatından zuhur eder inşallah, bizlerden de iyi şiirler çıkmıştır, çıkar.

Kötü tarafımız, koalisyon yapmamamız
Toparlayacak olursak, Kardelen’in şöyle bir kötü tarafı vardı; bu kötü tarafımız Düş Çınarı’nda da, BirNokta’da da sürdü. Biz koalisyon yapmıyoruz; bir de biz sözü küt diye söylüyoruz; ekseriyeti mazoşist olan ahalinin üzerinde tekebbür kılıcı sallandırmak suretiyle kendimiz için tekebbür tahsil edemiyoruz. O yüzden kıymetimiz az biliniyor. Bizler kibirlenen insanlara saygı göstermek suretiyle o garibanları cehenneme iteliyoruz, yapmayalım.
Bir de şair-sanatçı rolü var. Batı tipi sanatkârla Müslüman sanatkâr… Ben Müslüman sanatkar diyorum… Burada Müslümanlığı şöyle bir açalım: Ben bu toprakların değerlerine saygılı, ancak kendisine Cenab-ı Hakk’ın kendisini bildirmemiş olan garibanları da Müslüman sayarak, kültürel Müslüman sayarak Müslümanlık diyorum. Bu toprakların sanatkârları Batılı bir sanatkâr gibi yaşayamaz. Birçok kodumuzun değiştiği gibi sanatçı tiplemesi de bizde batıdan mülhem bir sanatçı tiplemesi olarak alınmış. Bu ülkelerin yerlileri de batıcı edebiyatçılara karşı böyle yapmışlar. Müslüman sanatkâr eviyle ilgilenmez, tufeylidir, asalaktır!

Müslüman sanatkâr ailesine de bakacak
Batı tipi sanatkârla Müslüman sanatkâr arasında bir fark olmalı. Daha doğrusu ayrı dünyaların insanı onlar, sanat icra etmek itibariyle müşterektirler ama ahlak itibariyle müşterek olmamaları iktiza eder. Çünkü Müslüman sanatkâr ailesine de bakacak, kardeşiyle de ilgilenecek, hastasıyla da ilgilenecek, akrabayla ilgilenecek… Allah “îtâi zîl kurbâ” dedikten sonra Müslüman sanatkârın seçme hakkı yoktur. Hem Müslüman olacaksınız, hem sanatkâr olacaksınız. Bu şu demektir: Hem en güzel eseri vücuda getireceksiniz, hem vücuda getirdiğiniz o eserle kibirlenmeyeceksiniz. Çok zor iş. Biz orada da bozulduk: Sanatı, edebiyatı araçsallaştırdık. Din Bilimleri bile araçsallaşırsa, hatta tasavvuf bile araçsallaştırılırsa, benim gibi bir tip ne yapsın? Araçsallaştırmak çok yanlış bir şey; yani yazdığınız şeyin sizin üst düzey bir rol almanızda kullanılması bana yanlış geliyor. Bu, batılı bir yazar için anlamlı olabilir, hakikatten habersiz bir yazar için pekala mümkün olabilir ama hakikate aşina olan bir yazarın edebiyatı araçsallaştırmaması gerekiyor.
Biz Kardelen ile işte samimi bir ses çıkardık, böyle şakır şakır söyledik, takır takır konuştuk ama kimseyle koalisyon kurmadık, araçsallaştırmadık. Müştehir Karakaya’ya ‘Cağaloğlu’nun %90’ı birbirine takar, borç ödemez, biz hiç kimseyi dolandırmadan kapanan tek dergi olacağız. Borcumuz var mı?’ dedim; ‘Yok’ dedi; ‘Tamam, bu işi biz başardık’ dedim. Çünkü Müslüman olmanın doğal bir neticesi de budur.

Kardelen’den sonra gelen antoloji
1979’larda başlayan bir durum var. Ortak siyasal mücadele verdiğiniz arkadaşlarınız var ama sizin istidadınız tebellür etmeye başlıyor. Siz sanata, edebiyata, söz söylemeye daha yatkınsanız, bu sefer mücadelenizi edebiyat üzerinden verme eğiliminiz artmaya başlıyor. Mesela benim şiirlerim Mavera’da yayınlandı. O toplam mücadelenin bir devamı olarak Kardelen çıktı. O esnada elimizde para vardı; cezaevinde de ciddi sayıda Müslüman mahkum yatıyordu. Müştehir’le bir antoloji yaptık, herkes şiirleriyle katıldı. Kuşan Ey Yürek’i yayınladık, elimize geçen parayı da posta yoluyla müstear isimlerle cezaevlerine gönderdik.
Burada şöyle bir teorik sorunu da hatırlayalım: Sanatı, edebiyatı bir ideolojinin taşıyıcısı olarak kullanmak kadar kaba bir şeye ne biz düşeriz, ne de siz bizim hakkımızda böyle bir yargıya varın. Ben mümin bir sanatkârsam benim yazdığım şiirlerde o kendini tezahür ve tecelli ettirecektir. Nitekim dışarıya o sızar içinde ne var ise. Mesela filanca kişinin adını anmadan 190 sayı bir dergi çıkartmış olmaklık keyfiyeti beni ideolojik olarak zaten tatmin ediyor, mutlu ediyor. Ben sanatın, edebiyatın tebliğ vasıtası değil telkin vasıtası olduğuna kaniyim. Telkindir, yani ima ve işmar ile söylemektir, tebliğ başka bir şeydir. Tebliğ, mübelliğ-i hakikiye inkiyad ve intisap eden; ruhen, aklen kemal sahibi kişilerin üzerine vazifedir. Dil ile tebliğ onlara ait bir hususiyettir, Allah mübelliğlerimizi çoğaltsın. Öyle önüne gelen de tebliğ edemez, ruhsatla tebliğ edilir, emirle tebliğ edilir. İslam’ın propagandası yoktur.

Kardelen, hayat uğraşımızın devamıydı
Şunu diyeceğim: Kardelen bizim hayatla çarpıştığımız, kapıştığımız yerde arkadaşlarımızla yürüttüğümüz uğraşının bir devamıydı. Ben şimdi şeriatçıyım, dolayısıyla müstehcen şeylerden söz edemem edebiyatımda, gayet normal… Dolayısıyla biz edebiyatı araçsallaştırmadık hiç. Bende eğer o ruh varsa… ‘Bu ruh benim oldukça bu imanla beraber/300 sene, 400 sene, 500 sene bekler’ diyor Süleyman Nazif. Bende o ruh varsa, ben ayakkabı köselesinden bahsediyor olsam da, muhatabım o sözün ruhundan mutlaka hisseyâp olacaktır. Onun için edebiyatı doğasından kopartmamaya çalıştık. Bakınız Kardelen sayı 6, Temmuz 1990; Kafirûn Sûresini Algılama Denemesi, yazan Nurettin Durman; Şiire Değer Veren Toplumlar, Şakir Diclehan, sayı 8… Demin söylediğim gibi Batı kültürüne ait kimi kavramları kullanıyor olmak meşru addediliyor ise de bizim kendi kültürümüze dair şeyleri söyleyebilmemiz, Kafirûn Sûresinin bana hissettirdiklerinin yazılması da mazur görülsün. Bunu yazıyor olmaktan dolayı bizi mahkum ettiler, düzen mahkum etmedi, düzenin kafasını karıştırdığı arkadaşlar…

Bu dergileri çıkartmak zatî zorunluluktu
Yeri gelmişken söyleyeyim; Kardelen’i, Düş Çınarı’nı ve BirNokta dergisini çıkartan bizi radikal, geçimsiz, huysuz gibi gördüler. Türkiye’de yerli edebiyatçıların çıkarttığı yayınlar içinde bir renk olarak Kardelen çıktı, arkasında Düş Çınarı çıktı, BirNokta çıktı. Bunları çıkartmak, bizim hem zatî zorunluluğumuzdu, hem de siyasal ve ideolojik zorunluluğumuzdu. 9 ayda 36 Milyon antidepresan hap kullanan, iki kişiden birisi bankalara bireysel kredi borcu olan, karı koca çalışıp ayda 3500-4000 lira 10 sene ev taksidi ödemek zorunda kalan, 20 milyonluk bir konserve kutusuna sıkıştırılmış bulunan, sürekli televizyonlardan gelecek kaygısıyla ağulanan, zehirlenen bu garibanlar sanata, edebiyata ilgi duyamayacaklardı; duyamıyorlar da zaten. 58 saniyede bir insanın intihar ettiği bir dünyadan söz ediyoruz.
Sonra şu var: Erk, iktidar ve güç; bu insan için tehlikeli bir şeydir. İnsan şunu söylemedikçe rahat etmez; Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm. Siyasi erk, maddi şöhret gibi erkler insanın kendini zehirlemesine yol açıyor ve kendisinden gayri hiçbir şeyi görmez sanıyor. Siyasetçiye sorarsan bütün oyları o aldı, en akıllı o… Hayır efendim, toplumsal yapıyı kodlayan, değiştiren, dönüştüren, onlardaki belli duyarlılıkları geliştiren samimi bir derviştir, filan köşedeki bilge esnaftır, filan taraftaki yazardır, çizerdir, şairdir. Sen yapmıyorsun, senin o işi yapmana seni hazırlayan o büyük ruhlar var. Dolayısıyla siyasi erk araçsallaştırmak için edebiyatla ilgileniyor, sözünü dinlemek için değil. Dolayısıyla ara ara BirNokta’yı kapatalım, millet bizden kurtulsun diyesim geliyor.

BirNokta ancak umutsuzluktan kapanır
Bakın, söz twitterın bilmem kaç karakterine sıkıştırılmış ya da sosyal medyanın karmaşasına terkedilmiş. Türkiye’de 10 bin kişide 1 kişi edebiyat dergisi okuyor. Kitaplar 500 adet basıyor, 500 tane nedir ya; hiçbir şeydir. Alanlar da okuyorsa. Böyle bir dünyada edebiyat adına, sanat adına hatta İslam adına, insanlık adına, özgürlük adına, adalet adına, refah adına umutlanmak çok zor. BirNokta kapanacaksa ekonomik sıkıntılardan dolayı kapanmaz, ancak böyle bir umutsuzluğa, böyle bir yılgıya düşersek kapanabilir. Edebiyat adına ve hayat adına ve sanat adına ve siyaset adına çok umutlanılacak bir zamanda değiliz ama o deminki ‘İntensurûllâhe yensurküm” ayet-i kerimesi bizi bağlıyor; ‘Lâ taknetû min rahmetillâhi” ayet-i kerimesi bizi bağlıyor; Allah’ın rahmetinden nevmid olmuyoruz.
Biz Allah’ın dinine yardım edelim ki Allah da bize yardım eder. Yani biz iyiliği büyüten, hakkı, doğruyu, iyiyi, güzeli… Zaten güzellik, hakikattir. Sanatla, edebiyatla aranan şey o güzelliktir, hüsn-i mutlaktır, cemal-i mutlaktır. ‘Hepimiz bilerek veya bilmeyerek ondan onu istiyoruz’ diyor Necip Fazıl. Biz o büyük tabloyu yakalamak için koşuyoruz. Dahası, kendi çerçevemizi kırıp, benliğimizde var olan çerçeveyi kırıp, hüsn-i ilahinin bütün görüntülerini açıp, çerçevesiz bir görüntü almak için sanatsal cenk var. Bu, iç boyuttur; hep deminden beri dış boyuttan söz ettim. Edebiyatla uğraşmak gibi abes bir şeyle uğraşıyorsak, bu bizim yapacak işimiz olmadığından dolayı değil; şair, yazar kokartı takıp ortalıkta racon yapmak, fiyaka yapmak için değil, patronun hatırınadır. O da şudur: Biz gücümüz yettiği kadar kötülükle mücadele ederiz. Çünkü biz kötülükle mücadele etmezsek obezleşiriz. Bir insan bir davada ideal sahibiyse ve onu bırakırsa cîfeye döner.

Dergi çıkarmak, ezelî istidadın gereği
Hal böyle olunca bir şiir yazmak, hikâye yazmak, dergi çıkarmak, edebiyata dair üretimler içerisinde bulunmak bize yüklenen o ezeli istidat, aynı zamanda ezeli misyon anlamına gelir. O misyonun gereğini yerine getirmek çabasıdır, dileriz yaparız yoksa kim engelleyebilir ağabey? Bizim ilk çıkardığımız dergi, 12 Eylül döneminde daktilo ile çıkardığımız ve fotokopi ile çoğalttığımız bir dergiydi. Bir gün arkadaşlarımız dergi çıkarmak üzere Emniyet’e gidiyorlar, yasak yayınlar arasında bizim dergiyi görmüşler, ne mutlu olmuştuk; sadece bu mutluluk için dergi çıkartılır. Bu, birincisi… İkincisi şu: Eğer matbaaya girip kirleniyorsa bir kağıt, sözünüz birileri tarafından kirletiliyorsa, araçsalaştırılıyorsa ben size bir şey önereceğim; oturalım birbirimize mektup yazalım, dergi çıkarmayalım. Çünkü son tahlilde hepimiz teröristiz, çünkü bankalara iman etmiyoruz, içki evlerinden uzağız, mercedese binmiyoruz…

Dergiler ile tekkeler arasındaki bağlantı
Tekkeler ve Zaviyeler Kanunu, sene 1925. Tekkeler ve Zaviyeler Kanunu’nu Türkiye Büyük Büyük Büyük Millet Meclisi’ne sunan Urfalı Şeyh Saffet’tir. Nam-ı diğer Saffet Yetkin ki, kendisinin Fahreddin-i Iraki’nin Lemaât’ını çevirmesiyle daha çok tanırız ve o Lemaat’a yazdığı 3-5 sayfalık önsözdeki mükemmel anlatım gibi tasavvufu mükemmel ve mücmel olarak özetleyen, güzel anlatan başka metne rastlamadım. Müthiş bir vukûfiyetle anlatmıştır Saffet Yetkin, Şıh Saffet. Urfalılar Şıh Saffet diyorlar ona. Müslüman ahalinin kültürel ve manevi anlamda eksiklerini, gediklerini tamamlayan, yaralarını olabildiği kadar saran -her ne kadar kötü örnekleri var ise de-, toplumsal hayatın dinamizmini ve akışını sağlayıcı niteliği bariz olan Osmanlı Medeniyetinin ruh cephesini temsil eden tekkelerin kapatılmasıyla ilgili kanun tasarısını Meclis’e veren kişi Şıh Saffet, yani Saffet Yetkin’dir. Onca tasavvufa dair vukufiyetine rağmen bu işi yapmıştır. Kapatılmayan tek tekke Urfa’daki Şıh Saffet Tekkesi’dir, binası da yıkılmamıştır, elan ayaktadır ne yazık ki.

‘Bir tel kopar, ahenk ebediyen kesilir’
Tekkeler toplumsal bir eksikliği gideriyordu; dedikodu ihtiyacıysa dedikodu ihtiyacını gideriyordu, hadi kötüleyelim, insanlar birbirleriyle oturup bakışıyorlardı. Bizim medeniyetimizde konuşmak değil sadece bakışmak bile, uydurukça söyleyelim, sağaltıcı bir şeydir; onarıcı, tedavi edici bir şeydir. Bunlar gitti, toplumsal yapı bozuldu. Hep söylüyorum son zamanlarda bana biraz da ölümü çağrıştırdığı için Yahya Kemal’in şu dizesi çok güzeldir: ‘Bir tel kopar ahenk ebediyyen kesilir.’ Musikiye bakar mısınız? ‘Bir tel kopar ahenk ebediyyen kesilir’, müthiş…. Şimdi bir tel kopmuş ve ahenk ebediyen olmasa da kesilmiş vaziyette iken toplumsal örgütlenmeler, lokalizasyonlar oluyor… Dergileri de bir manada böylesi entelektüel ilgileri, sanatsal ilgileri olan insanların lokalizasyonu olarak değerlendirebiliriz. Acizane kâil olduğum hakikate göre, Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabi Hazretlerinin beyan bulundukları veçhile, ‘Kainatta hubba mensup olmayan hiçbir hareket yoktur’; her bir hareketin ana saiki, ana etkeni muhabbettir. Muhabbetsiz insan hiçbir şey yapamaz. Nitekim Hz. Mevlana’nın, Mesnevi Şerifi’nde şöyle bir kelam-ı âlileri var; ‘Hiçbir el gönülden gizli yapamaz.’

Nefret bile sevgi kaynaklıdır
Bu şu demek: Dergilerin oluşumunda da, bizim bir araya gelişimizde de ana etken, saik, amil muhabbettir; muhabbetsiz hiçbir şey olmaz. Edebiyat dergileri her ne kadar zihinsel ve muhayyel faaliyetlerin alanı iseler de ana etken muhabbettir. DHKP-C diye bir nefret örgütünün bile temelinde muhabbet vardır; birbirinde sevgiyi bulan insanlar yan yana gelirler. Dünyanın şiddete dayalı en acımasız örgütleri bile sevgi eksiğinden kurulur. Bir ruh bünyesinde sevgi eksikse, o insanın sevgiyi bulduğu yer nereyse oraya akar; velev ki tecellisi şiddet olsun, nefret olsun. Nefret bile sevgiden kaynaklı bir harekettir.
Dolayısıyla 1923 sonrası 1925’te Şıh Saffet, Saffet Yetkin; Lemaât, Fahreddin-i Irakî dedikten sonra bir tel kopmuş, ahenk ebediyen değilse de kesilmiştir. Bu kesilen ahenk bizim kültürel iletişimimizi de bozmuştur. Artı, sosyolojik depremler yaşadık, iktisadi depremler yaşadık; köyden kente göç, iktisadi uçurumlar… Burada ezenler-ezilenler diye Marksist bir dile meyletmeye gerek yok ama varsıllar ve yoksullar üzerinden Türkiye toplumu ahengini yitirmiştir. Edebiyat da bizlerin sözle, sanatla iştigal eden, estetiğin peşinde koşan, iç itkileri hüsn-i mutlakı keşfe mütemayil insanların uğraştığı söz alanıdır. Dolayısıyla birbirini sevenler, birbiriyle yakın duranlar edebiyat dergilerinde temerküz etmişlerdir. Bizim Kardelen, Düş Çınarı ve BirNokta adlı edebiyat dergilerimiz de birbirini seven, birbirine muhabbet eden insanların bir araya gelmesiyle teşekkül etmiştir. Kardelen’de, Düş Çınarı’nda, BirNokta’da yazan arkadaşlarımızın bir çoğu şu anda yerel, ulusal medyada yer almaktadırlar. BirNokta dergisi 190. sayısını yayınladı, öyle tahmin ediyorum ki orta ölçekli 3 adet daire satın alabilecek bir para harcadık. Biz bunu yaparken hiçbir güce hiçbir sermaye gücüne ve hiçbir iktidar gücüne yaslanmaksızın sadece arkadaşlarımızın alın teri ve emekleriyle yaptık. Biz dedik ki bir tane adam yetişsin, bir tane adam çok işe yarar; çünkü az çoktan çoktur; çünkü Allah nice az bir topluluğu çok bir topluluğa galip getirmiştir.

780 binden tekrar 20 milyon metrekareye yükselmek için
Bizim bu ahengi kopan, bu değerleri altüst edilen, 20 milyon kilometreden kaçıp 780 bin kilometreye inen büyük medeniyetimizin, büyük devletimizin bakiyesi olan bu insanların, yani bizlerin yeniden ihya olabilmemiz, ayağa kalkabilmemiz ve geleceğe doğru yürüyebilmemiz için düşünce ve duyarlığımızı muhafaza etmemiz gerekiyordu. Bunun için dergiler çıkartılır, bir tane adamın yetişmesi için her türlü çaba da sarf edilir. Abbara Kahve’de her hafta Şakir Kocabaş gelir oturur; az kişi gelmiş çok kişi bakmaz; inat ve ısrarla ibadetine devam eder. İbadet dediğimin farkındayım. Çünkü ilahi nizamın herkes için bir umûmî sırat-ı müstakimi; bir de şahsî sırat-ı müstakimi vardır. Şahsî sırat-ı müstakimi kişinin istidad-ı ezeliyesine bağlıdır. Ya da şöyle diyelim; Hakk’ın kelam ismi kendisine mütecelli olan zatın yapabileceği şey söylemektir, yazmaktır. Allah’ın Celal ismine mazhar olan bir insan da Afrin’e girer Afrin’i temizler. Bir başka insan Allah’ın ilim sıfatının taht-ı tesirindedir, o ilimle uğraşır. Bir başkası Allah’ın Rezzak sıfatının taşıyıcısıdır; o tarlada ekin eker; hormonlu buğday getirmez, yurtdışından et ithal etmeye bizi mecbur etmez… Edebiyatla uğraşanlar da Hakk’ın Kelam sıfatına mazhardırlar, onlar da bu işi yapmaya mecburdurlar; ilahi kaderin icbar ettiği bu işi yapmak o kişilerin ibadetidir. Biz bunu yapacağız.

‘İnsan kendi toprağına basmadıkça düşünemez’
Biz şöyle ekonomik süreçler yaşadık, siyasi süreçler yaşadık ve geldik 2017 senesine. Bu ülkede kültürel iktidar konuşması, tartışması var. Siz bu ülkenin ruhuna, bu ülkenin diline, bu ülkenin taşına, toprağına aykırı olan adamları baş tacı ederseniz; onlar için bir iktidar vehmeder ve iktidarı onlardan sayarsanız, sürekli dayak yemekten asla kurtulamazsınız. Şöyle bir şey söyleyeyim: Bir şair arkadaşım vardı; şiirlerini ara ara eleştiriyordum, kendisine de söylüyordum. Sonra onun yaşdaşı bir solcu adam buldum; kültürel, iktisadi gelişim süreci aynı olan. O adam herkes tarafından malum ve meşhur bir adam, diğeri öyle değil. Şiirlerini yan yana koydum, dedim ki, bizimkini çok fena pis dövmüşüz, öteki adam müptezel.
Biz köyden gelen kavruk kısa boylu, şivesi bozuk adamlar olarak rugan ayakkabılı, uzun boylu, şişman, semiz ve İstanbul Türkçesini iyi konuşan cahil adamlar karşısında kendimizi ezik hissettik. Bundan vazgeçmek zorundayız, edebiyatta da vazgeçmek zorundayız. O adamlar şehirde yaşıyorlardı, şehir riyakarlığının sünepeliğinin, riyakarlığını bir adab-ı muaşeret olarak batıdan almışlardı. Bir insan kendisini var eden -var edeni tahsisen söylüyorum- topraklara, bu kadar yabancı duruyorsa bu adam haindir. Bakınız Stefan Zweig, Dünün Dünyası, yıl 1900’lerin başı, yer Viyana… Diyor ki ‘İnsan kendi toprağına basmadıkça doğru düşünemez.’ Bu adamlar kendi topraklarına basıyorlar ama bu topraklara ait olan her şeyi tahkir ve tezyif ediyorlar.

Emperyalist irade, Batı halklarını kümes hayvanına dönüştürdü
Bir de buradan eleştiri yapalım, Çokça romanları olan bir genç kardeşim, ‘Avrupa battı diyorlar, ben gittim Avrupa’ya, hiç de batmış gibi gözükmüyor’ diyor. Güzel kardeşim, sen roman yazıyorsun, insan psikolojisine, insan ruhuna dair saptayımlarda bulunuyorsun. Avrupa’nın caddeleri güzel, kaldırımları geniş, insanlar kırmızı ışığa, sarı ışığa dikkat ediyorlar, sokağa çöp atmıyorlar… Bu zahiri mamurluğuna bakmak suretiyle, ‘Sen Batı batmadı’ diyorsun. Oysa biz diyoruz ki, egemen emperyalist irade Batı halklarını kümes hayvanına dönüştürmüştür. Bu insanlar 5 yaşında okula giderler, 30 yaşında okulu bitirirler, 65 yaşında emekli olurlar, bir sene Antalya’ya gelirler sıcak hava diye, ertesi sene ölürler. Ya da tek başlarına küçük dairelerinde selam veren sabah veren olmadan yalnızlık içinde giderler. Müslüman kesimin içinden çıkan, 8-10 tane roman yazmış bir kardeşimiz de ‘Batının neresi çökmüş ki’ diyor; bu da aşağılık kompleksinin bir tezahürüdür.
Batının batması hiçbir medeniyetin izmihlal içerisine düşmesi bizi sevindirmez. Dünyada hiçbir insanın mazlumiyet yaşaması, mağduriyet yaşaması bizi sevindirmez. Ama o arkadaşımızın bu cümleyi sarf etmesindeki temel saik, Batıcı yazarlara selam çakmak amacındadır; vehmettiği edebiyat iktidarınca tasdik olunmaktır. ‘Ben eskiden İslamcıydım, şimdi insan oldum’ diyen derin felsefecilerimiz var. Memleketine yabancı, Batıcı tarafın bizim hakkımızda söylediklerine o kadar çok itibar ediyoruz ki benim ana vurgulamak istediğim meselelerden bir tanesi de budur, eziklik içerisinde lütfen girmeyelim.

Batılı yazarlar karşısında komplekse girmemeliyiz
Bir derginin 19 sene çıkıyor olması, Yedi İklim’in 334 sayıdır çıkması, bunlar çok iyi şeyler. Sadece biz bunun içini doldurmak zorundayız. İçini doldurmanın asal şartlarında bir tanesi bu ülkeye yabancılaşmış Batılı yazarlar karşısında komplekse girmemek, eziklik psikolojisi içerisine girmemek; sanatımızı edebiyatımızı iyi üretmek, sıkı metinler ortaya koymaktır. Biz hikâyemizi adam gibi üreterek, şiirimizi adam gibi üreterek, bunları araçsallaştırmadan, başkalarının üzerinde kibir iktidarı kurmak gibi bir gayrete girmeden yaparsak muhteşem başarılar elde edeceğiz. Yani siz samimi yazın, canınızla, kanınızla yazarsanız, gerisi gelir. Cahit Ağabey ne diyor; ‘Hazret dua etti, Allah kılıcınızı keskin etsin, kılıcınızın önü de arkası da kessin.’ Cahit Ağabey o duayı alıyor. Ben 1980 senesinde Örnek Mahallesi’nde Cahit Zarifoğlu okuyan tek kişiydim. Cahit Zarifoğlu okuyan ikinci bir tanıdığım yoktu. Bugün Cahit Zarifoğlu’nu (rahmetullahı aleyh) bu ülkede herkes tanıyor; okul kitaplarına girdi.

İhtiyacımız olan tek şey: sabır
Bu şu demek: Siz samimiyetle yaparsanız Allah sizin sesinizi Mağrip’ten Maşrık’a kadar yankılandırır, hiç kimseye yaranmaya gerek yok. Sanatçı için asıl özgürlük vasatı budur. Nefsimizin kibrinden arındırarak bir şeyler ortaya koyarsak mutlaka başarılı olacağız. Fethi Gemuhluoğlu ağabeyimizin 1975 senesinde yaptığı bir konuşma, belki bugün milyonlarca insanın elinde; bu adam ne şairdir ne yazardır ne akademisyendir, ne siyasetçidir ne iş adamıdır. İsminin başında sıfat yok: Fethi Gemuhluoğlu. Düşünün o zaman söylenen o söz nasıl bir bereketlilik oluşturmuş. Ama insan aceleden yaratılmıştır, sanatçı biraz psikolojisi bozuk bir adamdır; bir an önce ekinleri ekip biçmek ister; bunu da anlıyorum ama biz sabredelim. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir; ‘Ben namaz kılanlarla beraberim, oruç tutanlarla beraberim’ demiyor ama ‘Ben sabredenlerle beraberim’ diyor. Biz edebiyat üzerinde ısrar ve inatla hakkını vererek uğraş vermeye devam edeceğiz.
Kardelen dergisi, Düş Çınarı dergisi ve BirNokta dergisi bu duygu ve düşünceler içerisinde, hem bizim istidadımızın bizi icbar ettiği doğrultuda, hem sosyal siyasal bir çaba olarak var oldu ve var olmayı sürdürüyor. Biz şöyle bir şey söyledik, biraz iddialı bir laf: Biz ne yaptığını bilen ve izah edebilen bir dergiyiz. Bunu ontolojik zemine de oturtuyoruz, siyasal kültürel çerçevesi de var bunun; umarım ve dilerim ki iyi şeyler yapmayı sürdürürüz.

Hazırlayan: Pertev Aşkın

Bu yazı yorumlara kapalı.